Etiketler

bi'şey yapmalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bi'şey yapmalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2024 Perşembe

Bazen de dibine dek tüketmek gerekir....

Hayatta bazı şeyler var sevgili blogdaşım, bunları sonuna dek götürmek gerekir.... Tüketinceye, tek bir damla bırakmadan, tamamen bitirinceye dek. 

Maddiyata dayalı örneklerle başlayayım: Yemek mesela. Önünüze konan yemeği lütfen bitirin. Bazı kültürlerde, yemekten ufak bir parça bırakılır tabakta. Bu "çok teşekkür ederim, doydum" anlamına gelir ve tabağın sıyırılması büyük görgüsüzlük ve doyumsuzluk olarak düşünülür. Yanlıştır diyemem, kültür sonuçta. Fakat bence yemeğin tek ya da en çok iki çeşit, yenecek miktar gerçekçi düşünülerek yapılması, tabaklara küçük porsiyonlarla konup ikram edilmesi ve bitirildiğinde yeniden küçük bir porsiyonla desteklenmesi çok daha doğru bir davranış. 

Şu dünyada en nefret ettiğim şeylerden biri; senin yemen için öldürülmüş bir canlının sen yemeye tenezzül etmediğin için çöpe dökülmesi.... Bunu bulamayan Afrikalı çocuklar konusunu geçtim ama bu tür “yaşamın israfı” beni çok öfkelendiriyor. Bunu yapacağıma az çeşit ve küçük porsiyonla misafirlerin "aa ne kadar cimri kadın, azıcık verdi ayol" demesi riskini göze alıyorum - ki bunu diyecek misafiri de neden evime davet edeyim en baştan :)

Maneviyata dayalı bir örnekle devam edeyim: Aşk mesela. Eğri oturalım doğru konuşalım; aşkın bir kullanma tarihi var ve bir gün bitiyor. Daha doğrusu şanslıysak sevgi ve saygıya dönüşüyor, şanssızsak bıkkınlık ve hatta öfkeye. O nedenle aşıksan, aşkı sonuna dek tüketmelisin diye düşünüyorum, bu şans bir daha eline geçmeyebilir. Elalem ne der, aman kendimi tutayım, sevgimi böyle açık etmeyeyim yerine, sonuna dek git derim. Kızıma da diyeceğim aşık olduğunda :) Çünkü vallahi aşk kadar insana iyi gelen ne var? Hiç.

Hem maddi/hem manevi bir örnekle bitireyim: Gözyaşları mesela. Bunu da kesinlikle sonuna dek tüketmeliyiz. Hani derler ya: "gözümde yaş kalmadı". O raddeye dek dökmeliyiz içimizi, gözlerimizden dışarıya. Yasımızı tutmamalıyız içimizde, o gözyaşları çünkü içe dönerse ruha ve tüm organlara zarar veriyor ve günün birinde yaş değil kuru olarak bir yerden çıkıyor; misal tümörler olarak... O nedenle içimize içimize değil, gerekiyorsa hönküre hönküre ağlamalıyız ve her şeye ağlayabilmeliyiz bir çocuk gibi özgür ve içten. Ağlamak ayıp değildir, aksine insan olmanın nadir farklılıklarından ve tanrısal bir armağandır......!

Diyor ve günün ödevini veriyorum hazır mısın? :) Bir önceki yazıda yanlış anlaşılmışım. Günün ödevi tamamen içsel, elbette yazmak yorum yapmak zorunda değilsin.. Dün sevgili Hülya’ya da yazdığım gibi: “bu içine attığım bir tohum, ilgi gösterirsin yeşerir büyür, ilgini çekmez, yeşermez, zamanını bekler” :)

Bu sene 1 tanecik akşam sefası tohumu alabildim..
Belki yeşerir?

Günün ödevi: Düşün bakalım, kolay ağlayabilir misin? Ağlayamadığında vücudunun neresinde hissedersin o "boğum"u? Neden ağlayamazsın sence ve değer mi bu "neden"e?

Bir sonraki konumuz: Tüketimi ve tükenmeyi körükleyen durumlar; misal çocuk sahibi olmak.

4 Aralık 2024 Çarşamba

Bizi tüketenler

Ben kendi kendimi tükettim; aynı anda üç farklı hayatın yükünü üstlenmeye kalktım, destek dediğim ve  alamadığım şeyin aslında (öz)şefkât eksikliği olduğunu fark edemedim, frenler boşalmışken ve direksiyon yokuş aşağına çevrilmişken kendimi arabadan atamadım ve olan oldu... Ve yeniden yükselişim de yine içimden geldi; kendimi hayatımın direksiyonuna oturttum, tek bir hayata odaklandım, destek istedim verilmediğinde söke söke almaya utanmadım ve en önemlisi de destek/şefkât alamadığımda, kendime şefkât göstermem gerektiğini fark edip uygulamaya koydum. 

Fakat insan her zaman içten tükenmiyor.. Bir de dıştan böyle "soldan soldan gelen" bir "tüketenler" var.

Kim bunlar? Benim görebildiklerim: 

1). Başkaları / elalem ne der; yani toplumsal beklentiler ve kişisel görüş ve istekler arasındaki çatışma.
2). Genel anlamda iletişim teknolojisindeki gelişime, sosyal gelişimin eşlik edememesi, geride kalması ve bizim de kişisel olarak FOMO yani "geride kalma", "birşeyleri kaçırıyor olma" korkusu duymamız.
3). Güncel politik, ekonomik ve toplumsal travmaların sürekliliği karşısında yaşanan psikolojik gerilimin bir türlü "topraklanamaması" sorunu.

Tüm bunların kontrolünü kendi elimizde tutamazsak, tükenmememiz imkânsız. Peki nasıl kontrol altına alacağız bu canavarları? Benim aklıma gelenler şöyle:

1). Başkaları ne derse desin, senin kalbin bu konuda ne diyor, onu yap. Başkaları için bu 5 dakikalık bilemedin 5 günlük bir "ilgi", sonuçta unutup gidecekler. En büyük rezillikler, ayıplar bile unutuluyor. Oysa bu senin biricik hayatın, kalbin ne diyorsa onu yapmalısın.. Kalbini duyabilmek için de, tüm o "dış sesleri" kapatman, kısman gerekir önce... Kendini "dinlemeyi" ne yap et öğren derim. Dönem dönem içine çekilme, "Sessizlik Yogası", "Anda kalma, meditasyon ve nefes egzersizleri", dua etmek, uzun bir yürüyüş, "kar zarar cetvelleri" yapmak, hepsi işe yarayan yöntemler... Yeri gelmeli insan tüm seslere "bir durun ya" diyebilmeyi bilmeli.

2). Sanal yerine gerçek ilişkiler. Klavye silahşörlüğü yerine sokaklar. "Like" yerine gerçek bir sarılma, mesaj yerine görüntülü konuşma.. Teknolojik ilişkiler yerine yüzyüze, toplumsal ilişkiler.. FOMO içinse tek çare, seçenekleri çok geniş tutmamak, odaklanmayı öğrenmek, elinde var olanı sevebilmek, "az çoktur" anlayışı.

3). Kendini maruz bırakmamak, ben-onlar kalıplarını olumlu anlamda dahi (ben sıcacık evimdeyim onlar üşüyor, ben iyi para alıyorum onlar nasıl yaşıyor) kullanmamaya özen göstermek tabii ki ilk adım. Fakat maruz kalındığında da, "elimden geleni yapıyor muyum?" sorusuna gönül rahatlığı içinde bir evet verene dek kaynaklarını kullanmak ve sonrasında da kendini çekmek ve başka alanlarla ilgilenmek, hayat sadece güncel haberler, politika değil. Sanat var, tabiat var, edebiyat var, spor var, yakın ve doyum veren sosyal ilişkiler var.... Bunlar işte "topraklanma" oluyor..

Eşref Bey, Eşref Saatinde, Topraklanıyor..
(c) Tanzanya, 2009.

Günün alıştırması: Seni kendi dışında en çok tüketen nedir? Bu canavarla nasıl bir yöntem kullanarak savaşıyorsun?

Bir sonraki konu: Artık yavaş yavaş tükeNmekten tükeTmeye geçelim mi? Çünkü sadece kendimizi ve çevremizi tüketmemek de yetmiyor, bir de işin maddesel boyutu var, tüketim çılgınlığı, zaman / yaşam tüketimi, insan / ilişki tüketimi vs.. Ordan devam bence...

2 Aralık 2024 Pazartesi

2024 Meta Analizi: Tükenmek - Tüketmek

Artık bildiğiniz gibi, her sene Aralık ayı boyunca bu bloğa geliyor ve geçtiğimiz sene boyunca en sık karşıma çıkan, beni düşündüren ve aslında "çalıştıran" konuyu ele alıyor, bu konuda öğrendiklerimi ve bazen de öğrenemediklerimi, çözemediklerimi, ortalama 10-14 yazı ile yazıyor, işliyor ve yılı da bu şekilde kapatıyorum. 

2024'ü sanırım "tükendiğim yıl" olarak hatırlayacağım. Daha doğrusu, genel anlamda "tüketmek ve tükenmek" konuları bu yıl çok fazla önüme geldi; hem kendimi tüketmek anlamında, hem "hayatımı tüketiyor olma endişesi" anlamında, hem de genel anlamdaki tüketim çılgınlığı karşısında aldığım tavır, yaptıklarım ve yapamadıklarım anlamında.. O nedenle bu "yılın tortusu"nu tüketme ve tükenmeye ayırmak istedim. 

Yaklaşık 10 yazı planladım. Konular genel olarak şöyle: Psikolojik tükenme / tüketme ne anlama geliyor ve bunun kendim dışındaki, geniş anlamdaki etkileri neler? Mal ve hizmet anlamındaki tüketim çılgınlığının bendeki izleri ve insanoğlunu ele geçiren bu hastalığın önüne geçebilmek için neler yapıyorum / yapamıyorum, hattâ gerçekten birşeyler yapmalı mıyım? Tüketmemek ve tükenmemek için, iş son noktaya gelmeden ne gibi önlemler alabilirim ve tabii benim bireysel adımlarımın yakın çevrem üzerindeki ya da toplumsal etkileri neler olabilir? 

Bu blog ay sonuna dek yoruma açık olacak ve ilgini çeker de beni fikirlerinle zenginleştirirsen sevinirim.. 

Haydi başlayalım o zaman :) 

başarıyor musun? 
sanırım sonuncusu en zoru..

19 Aralık 2023 Salı

Kendini DE sevmek - 12: Stres Anlarını Yönetebilmek

Bu yazıda doğru beslenme, uyku, spor, ekransızlık, dostluklar, zaman yönetimi gibi klasik yöntemler yok... Bu yazıda sıcak bir duş al, bir bitter çikolata at ağzına, anda kal gibi öneriler de yok. Çünkü onların hepsini zaten sağır sultan bile biliyor. Bu yazıda, kendi içimizdeki fırtınaya odaklanacağım ben, çünkü o dinmeden ne yaparsan yap, boşuna....

Klasikler, her zaman ve koşulda işe yaramayabilir..

Stres anları herkes için farklı; kimi kaya gibi durabilir, kimi kum gibi dağılabilir. Kimi güçlü olduğunu sanarken, en ufacık bir rüzgarda yerle bir olabilir, kimi kaldıramayacağını, hayatta kalamayacağını sandığı anlardan büyük bir metanetle çıkabilir. Stres herkesi farklı etkiler. Ve herkesin stresle mücadele yöntemi de farklıdır. Dolayısıyla kimine "anda kalmak" iyi gelirken, kimi oturup sayfalarca "plan program yapmak" isteyebilir, bir diğeri "geçmişi irdeleyip ders çıkarmaya" çalışır.. Kimi mizaha başvurur, kimi duaya, kimi arkadaşlarına, kimiyse "aklını anlık şeylerle oyalamaya ve dağıtmaya" çalışır.. Dolayısıyla stres anlarını yönetmek, son derece bireysel ve herkes için değişen bir anlama gelmektedir.

Fakat tek bir yöntem herkes için işe yarıyor; kendine acımak, kendini suçlamak ve cezalandırmak yerine, kendine şefkat göstermek, anlayışlı yaklaşmak ve her koşulda inanmak, güvenmek ve emin olmak. Çünkü eğer stres anlarında bir de kendinle savaşıyorsan, o savaş asla galibiyetle sonuçlanmayacaktır...

Tüm yöntemlerden önce "durmak" ve "sakince durumu değerlendirmek" gerekir. Konuşan içses negatifse, onu susturmak ve yerine "mantıklı düşünceyi" koymak gerekir. Duruma göre saldırmamız mı, kaçmamız mı gerekiyor, onu hesaplamak ve zaman kaybetmeden eyleme geçmek gerekir. Eğer yapılacak hiçbir şey yoksa, yani çaresizsek de, bir an önce kabullenme aşamasına geçmemiz gerekir. Mızmızlanmak ve kendimize acımak eğer kısa sürecekse yararlıdır çünkü mızmızlanmak da insana "dur ve dinle, seni rahatsız edeni dile getir ve yardım iste" demektedir. Ama sürekli mızmızlanmak, kendine acımak, pasif çaresizlik; bunlar uzun vadede bir de kişilik kalıbına dönüşürse, stres anlarını yönetmek mümkün olmayacağı gibi, "hayat olumsuz, karanlık, yalnız bir yer" yanlış kalıp yargısına erişmeye neden olur ve o noktanın geri dönüşü de çok zordur... 

Dolayısıyla, stres anlarında kendimize öz şefkat göstermek, kendimizi dinlemek ve iç sesimizi olumluya çevirmeye çalışmak, kendimize güvenmek, inanmak ve "önceki stres anlarından nasıl çıktığımızı hatırlamak" gibi yöntemlerle motivasyon vermek en birincil görevimizdir. Zaten biz kendimize güvenirsek, gücümüzü yeniden kazanmaya başladığımızı görecek ve kendimizi güçlü hissettiğimiz anda da karşı saldırıya geçip, bu savaşın galibi olacağız... O zaman ilk adım; kendimize acımayı bırakıp, bu "problem"i nasıl çözebileceğimize ya da çözümsüzse de, bu kısırdöngüden nasıl çıkabileceğimize odaklanmak.. Gerisi biraz öz şefkat ve sabırla, mutlaka gelecektir..

Yarın: Sonsöz :)

11 Aralık 2023 Pazartesi

Kendini DE Sevmek - 10: Mükemmelliyetçilik

Mükemmelliyetçilik hem başkalarını hem kendini hem yaşamı sevebilmenin önünde duran en büyük "kaya"lardan biri sanırım. Maalesef hem kişilik yapısıyla (dolayısıyla genetikten getirilen) hem de öğrenilen bir davranış, tutum ve inanç konusu olduğu için, çalışılması en zor konulardan da biri. Ama zor olması imkansız olması anlamına gelmiyor, en azından içimizdeki mükemmelliyetçiliği bazı konularla sınırlamayı, ehlileştirmeyi, bize ve çevremizdekilere zarar verdiği noktalarda dizginlemeyi öğrenmek, çok da zor değil.

Kendini sevme bazında ele alırsak, mükemmelliyetçilik maalesef içses ile ortaya çıkıyor. Bu konuda şurada yazdıklarımı tekrar etmeyeyim, ek olarak sadece şunu söylemek istiyorum. Mükemmelliyetçilikten muzdaripsen, kendine sırayla, tek tek, yavaş yavaş, üzerinde düşünerek, şu soruları sormanı isterim:

Mükemmellik ne demek?
Sana mükemmel olmak zorunda olduğunu söyleyen kim? 
Ona neden bu kadar inanıyorsun?
Yaptığın iş mükemmel olmazsa / olmazsan ne olur?
Çevrende hiç "mükemmel" insan var mı? 
Yoksa, sence neden yok? 
Varsa, onun yanındayken kendini nasıl hissediyorsun? 
Mükemmel olmak yerine "ne olmak" sana gerçekten mutlu hissettirirdi?

Bugünkü yazımız bu kadar.. Bu konuda düşünmeni isterim.... Cevaplar sende.


Yarın: Sınır koymak

8 Aralık 2023 Cuma

Kendini DE Sevmek - 7: Kendini keşfetmek

Dün kendimizi gördük, bugünse "merakla inceleme"ye geldi sıra...

Sana sorsam: kendini tanımlar mısın? diye, ilk neleri söylersin? "Adım şu, şu yaşımdayım, işte mesleğim şu, yaşam ve ilişkilerimdeki rollerim şunlar..". Hâlâ bakıyorum "eee, sonra?" o zaman ne dersin? Büyük ihtimalle "şunu severim, hobilerim şunlardır.." Yani kendin hakkında o yaşına dek keşfettiklerini paylaşmaya başlarsın, şunu yapmayı severim, bundan zevk alırım, şunu öğreniyorum, şöyle bir şey hoşuma gidiyor.. gibi. Demek ki, kendimizi tanımlarken neyi sevdiğimiz önem arz ediyor..

Peki neden kendini keşfetmeyi bıraktın o zaman?

Çocukken öyle değildin... Çocukken her şeyi merak eder, sorgular, denemek ister, bazılarından korkar, kaçınır, yapmamak için kavgalar verir, bazılarını takıntı haline getirecek derecede sık yapar, aşırı zevk alır hatta kendini tehlikeye sokacak noktalara götürürdün hani? Ne oldu peki? Neden vaz geçtin?

Zamanım yok... Enerjim yok... İşte çocuklar, roller, sorumluluklar... 

Peki ya BEN?

Ne zamana dek kendini erteleyeceksin? Kendini görmeyi, tanımaya, anlamaya ve sevmeye çalışmayı?

Yeter artık procrastination yaptığın.. Yani ertelediğin, önemsizleştirdiğin, hasır altı edip kendini kendine unutturduğun... "Benim hiç bir yeteneğim, ilgim, hobim yok, işte kitap okurum, internette dolanırım..." bunları öyle sık duyuyorum ki depresyonla savaşan danışanlarımdan... Sonra 3-4 seans sonra bir bakıyoruz, ohooo, ne cevherler ne ilgiler var kazılmayı bekleyen... İlle hepsini iyi yapmak zorunda değilsin ki, belki gerçekten müzik kulağın yok ama bir müzik aletini elinde tutmak, omzuna asarak derse gitmek hoşuna gidiyor? O da bir şeydir. Ne dedik, mükemmelliyetçilik yok. Oyun var, keşif heyecanı var, yenilenme var.... 

Oyun çok büyük bir ihtiyaç bak; sadece çocukluk dönemi için değil, yetişkinlikte de çok büyük bir ihtiyaç.... Hayatla oyun oynamayı bilmek lazım, hayata bir oyun gibi bakabilmek, oynarken öğrenmek, eğlenmek lazım.... 

Bence erteleme, yap bir liste bugün: 

- Neleri yapmak bana keyif veriyor, yeni neleri deneyebilirim? Hep yaptığım bir şeyi, farklı bir şekilde nasıl yapabilirim? Hep gittiğim yoldan başkasını nasıl deneyebilirim? Haydi bakalım... Ufacık bir şeyi farklı yap ve ne hissettiğini anlamaya çalış, bence hoşuna gidecek..

en azından her günkü dolmayı farklı yap bir sefer ;)

Yarın: Kendine ödül ve hediye vermek, kendini kutlamak

7 Aralık 2023 Perşembe

Kendini DE sevmek - 6: Kendini görmek

Maalesef biz hümanistlerin ve empati yeteneği gelişmiş insanların en zorlandığı konulardan biri: Aynaya bakmak. Sadece metafor olarak kullanmıyorum bak; bazılarımız gerçekten evdeki aynalardan da gerektiği şekilde yararlanmayı bilmiyor. Üstelik bir de şu var: aynalarımız bizi kendimize ya sirklerdeki çarpıtılmış aynalar gibi gösteriyor, ya da diğerlerini görmek için rahatlıkla kullandığımız güzel gözlerimiz, iş kendimizi görmeye gelince, nedense sekiz derece hipermetrop kesiliyor!

Başkalarının içindeki ve dışındaki güzellikleri kolayca sayıp dökebilirken, kendimizi övmeyi bırak, nedense mütevazılıkta dünya kupasına oynuyoruz. Büyük olasılıkla yetişirken ebeveynlerimiz tarafından yeterince "bizim kız da süper canım.." diye her yaptığımız başkalarının gözüne sokulmamış Y kuşağı olarak yetiştirildik deseeeen, doğru ama hepsi bu değil. Sanıldığı gibi bir kuşak sorunu ya da ebeveynlik kusuru değil bu, bu bir yanlış ayna sorunu.. Görememe sorunu.

Son derece amatör ama her sefer doğru çıkan bir gözlemim var şu hayatta; bir insanın evinde ne kadar çok boy aynası varsa, kendini doğru görme şansı ve dolayısıyla kendine güveni ve sevgisi de o kadar yüksek! Ciddiyim. Ayna olduğu için mi güven yüksek, güven yüksek olduğu için mi aynalar bol keseden, onu bilemiyorum henüz ama onu da araştırıyorum bak :)) Fakat bu benim kişisel bir gözlemim. Boy aynası ile kendini görmek arasında bir bağlantı var.. 

Benim evimde 2 tane banyoda büst aynamız, bir de cımbızlı minik aynam var ve ben kendini görebilen biri değilim. Hiç değilim hem de. Tamam içimin güzelliğinden şüphem yok ama yeteneklerimden, başarılarımdan, becerilerimden bahsederken bana ne oluyor bilmem, aşırı derecede alçakgönüllülük müdür, "övünç" kelimesini aşırı "tiksinç" bulduğumdan mıdır nedir emin değilim, yok, dile getirmeyi bırak, düşünmek bile imkansız benim için.. Hemen şunlar dökülüyor ağzımdan: "Yetenek değil o bence, başarı sayılmaz, e zaten beklenen bir şeydi.." Ya da bir iltifat mı aldım, teşekkür et kabul et değil mi, yok ben illâ ki "hayır canıııım, o senin güzel görüşün" ya da direkt "aman saçmalama nerem güzel.." :))

Hep bir değersizleştirme, bir normalleştirme. Övünç sinirlerim alınmış gibiyim hayata karşı. Alçakgönüllülük ve mütevazılık öğretildi bizim nesile evet ama bu da sanırım şuna neden oldu; başarılarından mutlu olamama, gurur duyup kendinle övünememeye... Bu da "kendine ödül verememe" anlamına geliyor. Ben bunu da hiç beceremiyorum! Kendime ödül vermeyi bırak, ödülleri de hakkım gibi göremiyorum. "Bu hafta çok yoruldun, haydi bugün çık bir arkadaşınla ol" diyemiyorum ya da "bugün çok çalıştım, yarın tüm gün aylaklık edeyim" diyemiyorum.. Sürekli bir "görev bilinci, sorumluluk duygusu"... E peki ödüller, kutlamalar, gurur ve övünç?

Başkasının başarısını kutlar, onunla sevinirim, kıskançlığım özentim hiç yoktur içimde.. Ama kendime gelince.. E onlar normal, beklenen şeyler... Yoksa övünmek olur, övünmek kötüdür... 

Neden?

Övünmenin kötü olmadığını burada yazarken bile zorlanıyorum, neden sorusuna cevap bulamıyorum.. Bu henüz çözebildiğim bir kavram değil :) Ama burada ele almak istedim çünkü "çalışıyorum" ve bu önemli.. Vazgeçmedim! ;) Belki 2024 konusu yaparım!

Bak bu yazıda bile hep başarısızlığımı yazdım. Gel bir "devrim" yapıp olumlu bir şeyle bitireyim:

Bir alıştırma bana yardım etti bu konuda: aynada kendine bakma alıştırması. İlk yüzle başladım, kendime güzel bulduğum yüz hatlarımı gösterdim, sonra bir gün soyundum ve küvetin kenarına tırmanıp büst aynasından tüm vücuduma baktım :)) Çok komik bir durumdu ama hem 45 yaşımda ergen gibi vücuduma bakıyor oluşuma güldüm hem de ne bileyim, içimden bir gurur da geldi, şu yaşımda fena görünmüyorum ama görüntüden çok da işlevsellikten şükran duydum. Evet belki Türk kadınları olarak basenlerimiz geniş ama o geniş basenler sayesinde çatır çatır 2 çocuğu serum bile takılmadan normal doğurabildim, evet belki bacaklarım incecik değil ama bu sayede kilometrelerce yolu yorulmadan yürüyorum gibi... Hakikaten iyi geldi bu egzersiz bana. Arada danışanlarıma da yaptırıyorum, diyorum tüm vücudunu önce hata bulmak için tara, sonra iki derin nefes al, şimdi yeniden bir de güzelliği bulmak için tara... Bakıyorum onların da hoşuna gidiyor bu egzersiz.. 

Bence kendini sevmenin ön koşullarından biri kendini görmek. Kendine bakmak, kusur bulma demiyorum, elbet bulacaksın, insanız sonuçta ama güzellik de bul.. Çünkü çok güzeliz de her birimiz.. İnsan kendindeki yetenekleri, güzellikleri kutlamalı. Ve bu sadece güzel huylarımızı değil, direkt fiziksel bedenimizi de içermeli. Evet bu, kendimizi DE sevebilmek için, aktif çalışmamız gereken, önemli bir adım..

Çünkü hepimiz güzeliz!

7 Aralık 2022 Çarşamba

Sevmek - 12: Seven insanlar yetiştirmek

Bu yazı dizisinde amacım aslında sevmek kavramını "bir insanı sevmek"le sınırlandırmamaktı ama hepimizin başlangıç noktası "bir insanı sevmek" değil midir zaten? Dünyaya geldiğimiz andan, son nefesimizi verene dek, insanları sevmek ve insanlar üzerinden nesneleri, yerleri, kavramları sevmek..

Ahmet Hamdi Tanpınar "Bir şehri sevdiren dağ taş toprak değil, o şehirde yaşayan insandır. Tam da bu yüzden, hiç gitmediği bir şehri sevebilir, özleyebilir insan" der. Sadece şehri mi, bazen koca bir hayatı bir insan yüzünden seversin.. Tek bir insan, seni hayatta tutar, bırakmaz. 

İşte o insan, sen ol diyorum ben bu yazılarda. Hz. Muhammed'in dediği gibi: "birini seviyorsanız, ona sevdiğinizi söyleyiniz". Korkmayınız... Korka korka bu hale getirdik zaten insanlığı.. Artık şimdi neresinden toplasak, o kadarı yanımıza kâr..

Çocukların var mı bilmiyorum, varsa lütfen onları "sevebilen" insanlar olarak yetiştir. Mızırdanan, şikayet eden, nefret eden, korkan insanlar olarak değil. Bunu da ancak sen hayatı seversen yapabilirsin.. Başka da bir şey yapmana gerek yok aslında, sen hayatı sev, çocukların bunu görsün, yeter..

Ya da çocukların yok belki, o zaman daha kolay işin. Kimseden sorumlu değilsin, kendi mutluluğundan başka! Neyi seviyorsan (ki mutlaka vardır bir şeyler) onun altını çiz, onu öne çıkart, onu hayatının meta kavramı olarak çalış. Sen değişirsen, dünya değişir demiyorlar boşuna.. 

En azından dene. Belki seversin? :)

29 Kasım 2022 Salı

Sevmek - 1: giriş

2021 Mart'ından sonra bu bloğa artık bir daha uğramam diye düşünmüştüm. Az çok dalgalarım durulmuş, hayatımın anlamını tünelin ucunda beliren bir ışık gibi görmüştüm en azından: Sevmek, deneyimlemek ve denge. Bunlardı benim için yaşamı anlamlı kılan kavramlar. Üzerinde düşünmek, konuşmak ve yazmak yerine yaşamaya karar vermiştim bu kavramları.

Başardım mı? Evet.

Hayatın çok daha içinde olduğumu, hayatı çok daha içime çekebildiğimi gördüm teoriden pratiğe geçince. 2021 Mart'ına oranla kesinlikle daha mutlu bir insanım. İlişkilerime, günlük yaşamıma ve üretkenliğime de yansıyor bu mutluluk.

Fakat 2021 Mart'ında aslında beni asıl sarsıp yıkan ve sonra o yıkıntıdan yeniden var olmama neden olan başka bir şeydi.. Bloğa son noktayı koyduktan birkaç gün sonra, çok sevdiğim birinin kaybını yaşadım. Yasın o beş aşamasını da karman çorman, bazen içiçe, üstüste, bazense araya aylar girerek yaşadım. Önceki ölümler yitirişler hiç olmamış, ben onlardan hiçbir şey öğrenmemişim gibi, en baştan yaşadım bu yitirme sürecini. Fakat bu sefer bir farkla: duygularımı izlemeyi, anlamaya çalışmayı tercih ederek! Yasın dibine inerken de, yavaş yavaş yukarıya çıkarken de, tüm geri dönüşlerde, tüm aydınlanma ve sıçrayışlarda, oradaydım. Bu sefer kaçmadım. Dibine dek hissetmeyi tercih ettim.

Ve hepsi, beni tek bir kavrama çıkarttı: SEVMEK.

2021 Mart'ından beri sevmek kavramını çalışıyorum ve sanıyorum artık yazmaya da hazırım. Yazılar yoruma kapalı olacak (bu tortu'da denediğim ve daha bana göre olduğunu, daha kendim gibi yazabildiğimi fark ettiğim bir yöntem) fakat yorum, fikir ve görüşlerinizi, aklınıza gelen diğer soruları, tartışmak istediklerinizi her zaman proje365blog@gmail.com adresine yazabilirsiniz..

3 Mart 2021 Çarşamba

Yazmak yerine yaşamak

Ve benim de yapmak istediğim bu. Fakat bloğu nihayete erdirmeden, son bir yazı eklemek ve bu ufacık blogda olan biteni, kendimde neyin ters gittiğini nasıl fark ettiğimi, harekete geçmeye nasıl karar verdiğimi özetlemek istiyorum. Çünkü biliyorum, bu dalgalanmaları yaşayan tek insan ben değilim..

Her insanda olmuyor ama bazılarımız için varoluşsal arayış önemli. Hayatımın bu döneminde yaşadığım anlam arayışı nedeniyle tam üç ay önce kendime "ben neler için yaşıyorum?" diye sordum. İlk bakışta benim için yaşamı anlamlı kılanlar; deneyimlemek, iç denge ve mutlu olmak gibi görünüyordu. Deneyim zaten bildiğimiz şey, dengeyi tanımlamak da kısmen kolay geldi; karşıt kavramların birleşimi, tamamlanmışlık hissi dedim bu kavrama. Mutluluk ise zorladı beni.. Mutluluk basit bir "iç huzuru" kavramı değildi bence. O nedenle küçük parçalara böldüm ve tek tek şu maddeleri ele aldım:

- iç-denge (hayatın olumlu ve olumsuz getirilerini tevekkülle kabul edebilmek, öz-saygı, öz-değer, kendinle barışık olabilmek)
- umut (geleceğe yönelik olumlu düşünebilme yetisi)
- sevmek, sevilmek ve sosyal ilişkiler (sadece aile ve dostlarla değil, yaşadığımız sosyal çevre ve hattâ toplum ile bağ kurabilmek, iletişim ve anlamlı yakın ilişkiler geliştirebilmek)
- amaç ve fayda (çalışmak, üretmek, verimli olmak, topluma bir faydanın ve katkının olması, kendin dışında birine yardım etmek, gönüllülük ve prososyal davranış; kısacası almak kadar vermek de..)
- keyif (gülmek, neşe, tutku ve aşk, enerjik olmak, bir hayâlinin olması, eğlenebilmek, "sıradışı ve ilginç biri olabilmek", hayatın keyfine varabilmek, sanata müziğe spora edebiyata felsefeye zaman ayırabilmek, "kasmamak" biraz da yaramazlık yapabilmek)
- merak (yaşam boyu öğrenme anlayışı, kendini geliştirme ve güncelleme ihtiyacı, çağa uyum)
- sağlık (olumlu beden algısı, öz-bakım, sağlıklı yaşam alışkanlığı, uykunun ve dinlenmenin değerini bilmek, "iyi yaşlanmak")
- inanç (tinsellik, şükredebilmek, duanın gücü ve kendinden büyük bir güce kul olma, kendini bırakabilme ihtiyacı)
- seçim yapabilme özgürlüğü, kendi yaşamına yön verebilmek, pişmanlıkların olmaması
- stres kontrolünü ve zor dönemleri yönetmeyi başarabilmek, öfke kontrolü
- sadeleşmek (sadece mallarda değil, maneviyat ve sosyal yaşam anlamında da "az ve öz" anlayışı)

Çalışmak istediğim kavramı küçük parçalara ayırınca, önümü daha açık görebildim. Anlamlı ve doyumlu bir yaşam istiyorsam, yaşadığım anı tüm duyularımla ve farkında olarak yaşamam gerektiğini anladım.

Fakat sadece “doğru yaşamak” da yeterli değildi. Beni bu süreçte sürekli bir kısırdöngüye iten bir sorunum, direncim vardı! Benim sorunum, anda kalamamak değildi. Aksine anlarda yaşadığım mutluluğu bir tür bilişsel mekanizma ya da psikolojik direnç sonucu, "unutuvermem" yani o anı yaşam sürecime genelleyemememdi! 

Genele baktığımda bu unutkanlıktan ötürü bir doyumsuzluk, bir yetememe, bir kendinden razı olamama, amaçsızlık ve "hayatı boşa geçiriyorum" hissi duymamdı.. Halbuki anlara odaklanabilsem, görüyordum ki yaşamım anlam dolu, mutluluk dolu. Benim sorunum şuydu: "yaşananlar" "yaşanmışlıklar"a dönüşürken bir yerde eriyip gidiyordu. Defalarca kendime “sadece yaşa” desem de, yine yine yine aynı “yaşanmamışlık hissi” ile kalıyordum. Peki ama neden?

Einstein "aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp, farklı sonuçlar beklemek deliliktir" der. Benimki de biraz deliliğe döndü. Dönüp dolaşıp aynı varoluşsal bulantılara saplanmaktan, bir şeyleri "çözememiş" olmaktan, karışık kafamdan, düşüncelerimin içinde boğulmaktan bir çeşit zevk alıyor olmalıyım ki, bir türlü ilerleyemiyorum.. Ya da, hakikaten fizyolojik, nörolojik temelli bir "yaşadığımı arşivleyememe, uzun süreli belleğe atamama" sorunum var.. Daha önce bahsetmiştim, yazıya dökmezsem çok basit ve açık şeyleri dahi göremeyebiliyorum. Ben buna “yazarak düşünebilmek” demiştim. Bu belki basit bir bilişsel eksiklik. Ya da sadece yazmayı çok sevmekten kaynaklanan bir alışkanlık. Öyle ya da böyle, sonuçta bir dirence neden oluyor ve hafızamı olumsuz etkiliyor. Şimdilik buna karşı bulduğum tek çözüm de kendi kişisel yaşam arşivimi, kendi kendime, "yaşadığımı kanıtlamak" adına tutmaya başlamak ve dönem dönem “yaşadıklarımı kendime tekrar hatırlatmak” gibi duruyor.. Bir nevi hafıza egzersizi.

Bu nedenle, bu direnci kırmak adına “farklı” bir adım atacağım ve (kısır) döngüsel düşünmeyi bu noktada bırakarak, yaşamaya ve yaşadığımı kendime kanıtlamak için de bana kalanları arşivlemeye başlayacağım.. Ufak bir not defteri, bir kurşun kalem ve o günden bana kalanlara dair bir kaç satır.... Sadece bu kadar.

5 Şubat 2021 Cuma

Başkasına odaklanmak

Burada dur! Çok çok önemli...!

Mutlu olmak için kendin dışında birini düşünebilmek, sevmek gerekir dedin ya; işte olayın atardamarı bu. KENDİN DIŞINDA! Şu ana dek hep kendi içindeki süreçleri izledin, yazdın, düşündün, çözmeye çalıştın. Hatan tam olarak bu oldu, seni kısırdöngüye sokan bu: kendi içinle çok fazla meşgulsün. Tamam anlıyorum, mesleki deformasyon bu; yıllardır insan doğasını anlamaya ve ondurmaya çalışan biri tabii ki kendi iç süreçlerini de diğer insanlara kıyasla daha fazla didikler. Fakat, sen biraz ipin ucunu kaçırdın. O kadar kendi içinle meşguldün ki, dışarıda olan biteni kaçırmaya başladın. 

Hayır doğayı demiyorum, ona fazla aşıksın, kendini didiklemekten bile fazla.. Gökyüzüne, denize, tüm bitki ve hayvanlara düşkünsün. İnsanları da seviyorsun aslında, onlara karşı sıcak ve yumuşaksın, sorun onlar da değil. Peki ne? Neden bu kadar kendinle uğraşıyor, bundan tuhaf bir zevk alıyorsun? Çoğu insan için "bir anlamı yok"ken, senin için yaşamın anlamını aramak, neden? sorularına cevaplar bulmak niye bu kadar önemli? Düşünmeden yaşayamamak?

İçine değil de dışına odaklandığın her an mutlusun ve yaşamının dolu dolu ve anlamlı geçtiğini görüyorsun. Fakat içine odaklandığın an, ipin ucu kaçıyor. Kendini didiklemeye, anlamsızlıklara ve olumsuzluklara yönelmeye, hep bir "hatayı düzeltmeye" çalışıyorsun ve hata bulamadığın anlarda da yaratıyorsun - ah bu yaratıcılık......

Şimdi tam burada dur. Buradan devam etmeye çalış. Bakalım ne olacak..

23 Aralık 2020 Çarşamba

Çalışmak

Hayatımı en dolu hissettiğim, en "yaşadığımı hissettiğim" anlara baktığımda, aslında en üretken ve sosyal olduğum dönemleri görüyorum. Bu nedenle Corona sürecinde kaba anlamda ortayaş krizine girip hayatımın amacını, ne için yaşadığımı sorgulamam çok normal: çünkü şu an yaşamıyorum! Yaşadığımı hissedemiyorum. Hayatım kesintiye uğramış, durdur tuşuna basılmış gibi.... Bu nedenle mutsuzum.

Çalışmak bir amaç mı araç mı emin değilim ama üretkenlik, yaratıcılık, insanlarla sürekli iletişim ve her gün yeni bir şeyler öğrenme şansı verdiği için ben mesleğime aşığım. Corona ve çocuklardan kaynaklanan dönemler dışında, işe hep severek gidip geldim. 

Çünkü insanlara dokunabiliyorum, onların hikâyeleriyle içiçeyim. Onlara zorlandıkları bir noktada fikir ya da çıkış yolu gösterebiliyorum. Bu benim için çok büyük tatmin oluyor, gün boyu dert sıkıntı dinlemiş olsam bile, eve mutlu dönüyorum. İnsanlarla çalışmak zor ama çok mükâfatlandırıyor da.. Ve geriye dönüp bakınca, hani ikidebir diyorum ya "hiç bir şey yapamadım, geriye benden hiç bir şey kalmayacak" hah işte tam o noktada kendime şunu diyorum: "insanlar üzerinde bıraktığın his, onlara uzattığın elin anısı kalacak ve bu büyük bir başarıdır". Vay be.... Belki de benim hayat amacım bu; insanlara dokunmak, onlara merhem vermek..

Foto: Bu üstteki bina, benim ara sıra önünden geçerken "Günün birinde o yuvarlak ofis benim olacak. Benim olacaksıııın!" diye haykırdığım işyeri hayalim :D Amin bin diyelim mi....

11 Aralık 2020 Cuma

Aldığın kadar ver


Psikolojide prososyal davranış; karşılık beklemeden yardım etme, gönüllü çalışmalar ve yardımseverlik olarak tanımlanır ve bence "sadece almak değil, vermeyi de bilmek" olarak özetlenebilir. Milenyum kuşağının en sevdiğim yönü, bu konuda biz 90'lı yılların çocuklarından çok daha duyarlılar. Hoş yöntemleri yanlış, sosyal medyadan "like" etmekle bir şeyleri değiştirebileceklerini düşünüyorlar ama en azından her birinin içinde bir prososyal davranış bilinci var. Bizim kuşakta bu bilinç çok nadirdi. Ancak bir kısmımız sokaklara dökülürdük ama sokakta da fark yaratırdık hani... ;)

Ben prososyal davranış konusuyla gerçek anlamda üniversitede tanıştım. Ondan önce gönüllü hiç bir iş yapmamıştım çünkü çevremde de böyle bir sistem yoktu. Yardımseverlik malesef kültürümüzde genellikle para ya da maddi yardımlar olarak algılanıyordu. Ben de "paylaşım"ın tek yolunun o olduğunu sanarak büyüdüm. 

Oysa manevi paylaşımlar insanları çok daha mutlu ediyor. Hem alanı, hem vereni.. Gönüllü çalıştığınızda, bir duygusal paylaşıma giriyorsunuz. Bu çok önemli. Çünkü mutluluğun en önemli 3 bileşkesine dokunuyor: yaşamına anlamlı bir amaç veriyor, insan ilişkisi, sosyal iletişim ve kabul görme ihtiyacına dokunuyor ve son olarak, eğer kendini yargılayan, mahkemelere çıkarıp en ağır cezalara çarptıran, diğer insanlara gösterdiğin toleransı kendine bir türlü gösteremeyen, kendine "ya idare ediver işte.. insanız" diyemeyen bir ağır ceza yargıcı kaçtıysa içine hah işte en güzeli de o yargıca "bak ben aslında iyi biriyim, sadece almayan verebilen biriyim" deme şansın doğuyor.. Bir nevi iç denge, yani benim için hayattaki en önemli yaşam amacı, uğruna yaşadığım en önemli şey, gerçekleşmiş oluyor..

Bir de "kendine odaklanıp durmak" yerine, başkasının dertlerine odaklanmak; kesinlikle insanı iyileştiren de bir süreç.. Bunu ileride yeniden ele alacağım.

Foto: Paul Smith ve David Bailey, "Yıllanmış dostluk" - 2010. 

9 Aralık 2020 Çarşamba

Zaman yönetimi

Zaman bulamıyorum, kendime zaman kalmıyor, zamanın hızına yetişemiyorum derken derken, günün birinde anî bir aydınlanma ile, zamanı bulamıyorsan kendin yarat! deyiverdim. Zaman nasıl yaratılır? Tabii ki zamanını gereğinden fazla alan ve sana bir mutluluk ya da yaratım olarak dönmeyen etkinlikleri (buna aslında durgunlukları ya da pasiflikleri demeli?) hayatından çıkartarak.

Bu bazısı için sosyal medya olur, bazısı için gereksiz endişeler ve felaket senaryolarıyla geçirilen zaman, bazısı için yeteneği olmadığı halde azimle inatla yapmaya çalıştığı bir uğraş, bazısı içinse sevmediği ama devam ettirdiği bir yaşam tarzı.. Hepsi vakit kaybı.

Benim için en büyük zaman yiyici, kendi iç sesimle, kendimle olan kavgalarım. Yapıcı hiç bir anlamı olmayan, hiç bir sonuca çıkmayan, bitmek bilmeyen iç monologlarım. Çoğu insandan farklı olarak benimkiler geçmişe yönelik pişmanlıklar değil, hiç olmadı. Sonuçta hata bile öğretici bir deneyimdir dedim geçtim. Güvencelerim kendi içimde olduğu ve defalarca yeni bir yerde yeniden başlayabildiğim için, gelecek de beni korkutan, endişe veren bir düşünce değil. Fakat benim sorunum, anı yakalayamamakla ilişkili. Ertelemek. 


Hazzı çok ertelerim meselâ. Yeni aldığım bir elbiseyi bir vakit az giyerim, kıyamam. Kalemlerim defterlerim, yeni aldığım kitaplarım, keza.. Fakat ilişkilere de böyle yapıyorum. Biriyle tanıştıysam ve sevdiysem onu, hemen yakınlaşmadan biraz uzak durarak, "harcamamayı" istiyorum o heyecanı. Tabii ki büyük hata, hayat beklemiyor çünkü. Al işte 1. evre kanser.. Ne yapacaksın şimdi? Tüm elbiseleri, kalemleri, ilişkilerimi çıkarttım önüme, doya doya sindire sindire kullanayım. Zaman bitmeden. Hayat geçmeden.. dedin. Dedin de, yapabilecek misin?

Kısacası. "Oyalayıcıları" elinden bırak. Zamanın bitmeden, neyse o yapmak istediğin, yap gitsin.

Kolayca söyleyiverdim de, bunu yapabilmek öyle zor ki. Disiplinli ve uğraş vererek doldurmak gerekiyor hayatı, yap gitsin bir rahatlık yok. Mindfulness (farkındalık odaklı yaşam) koca bir yaşam tarzı sonuçta.... Öğrenmek ve sürekli deneyimlemek gerekiyor.....