23 Aralık 2020 Çarşamba

Çalışmak

Hayatımı en dolu hissettiğim, en "yaşadığımı hissettiğim" anlara baktığımda, aslında en üretken ve sosyal olduğum dönemleri görüyorum. Bu nedenle Corona sürecinde kaba anlamda ortayaş krizine girip hayatımın amacını, ne için yaşadığımı sorgulamam çok normal: çünkü şu an yaşamıyorum! Yaşadığımı hissedemiyorum. Hayatım kesintiye uğramış, durdur tuşuna basılmış gibi.... Bu nedenle mutsuzum.

Çalışmak bir amaç mı araç mı emin değilim ama üretkenlik, yaratıcılık, insanlarla sürekli iletişim ve her gün yeni bir şeyler öğrenme şansı verdiği için ben mesleğime aşığım. Corona ve çocuklardan kaynaklanan dönemler dışında, işe hep severek gidip geldim. 

Çünkü insanlara dokunabiliyorum, onların hikâyeleriyle içiçeyim. Onlara zorlandıkları bir noktada fikir ya da çıkış yolu gösterebiliyorum. Bu benim için çok büyük tatmin oluyor, gün boyu dert sıkıntı dinlemiş olsam bile, eve mutlu dönüyorum. İnsanlarla çalışmak zor ama çok mükâfatlandırıyor da.. Ve geriye dönüp bakınca, hani ikidebir diyorum ya "hiç bir şey yapamadım, geriye benden hiç bir şey kalmayacak" hah işte tam o noktada kendime şunu diyorum: "insanlar üzerinde bıraktığın his, onlara uzattığın elin anısı kalacak ve bu büyük bir başarıdır". Vay be.... Belki de benim hayat amacım bu; insanlara dokunmak, onlara merhem vermek..

Foto: Bu üstteki bina, benim ara sıra önünden geçerken "Günün birinde o yuvarlak ofis benim olacak. Benim olacaksıııın!" diye haykırdığım işyeri hayalim :D Amin bin diyelim mi....

21 Aralık 2020 Pazartesi

İnanç

Hepimiz müslüman olalım demiyorum fakat inancın ruh sağlığına olumlu katkısı olduğu bilimsel gerçeğini de göz ardı edemeyeceğim. Çünkü öyle bir gün geliyor ki insan hayatında, öylece kalıyorsun. Duyduğun korkuya ya da hissettiğin acıya daha fazla dayanamayacağını, bu kaybı kaldıramayacağını düşünüyorsun. O anda işte, insan kendinden daha üst bir mekanizmaya inanma, kendini ona bırakma, kul olma ihtiyacı hissedebiliyor. Bir nevi "göklerdeki babamız" ihtiyacı...

İşte o anda herhangi bir şeye inanabilmenin, insanın hayatını kurtarabileceğini biliyorum. Yapayalnız olduğunda, her şeyin simsiyah gözüktüğü o anda, hiç bir umudun kalmadığında konuşan o "baba" sesine ihtiyacımız olduğunu biliyorum..

Yoksa, her kitapta aşağı yukarı yazan aynı, dinler sadece aynı babadan doğma farklı kardeşler gibi, kimi mavi gözlü, kimi uzun, kimi suçlayıcı, kimi sakin.. Yöntem farklı olsa da, yarattığı his ve amaç aynı: kulluk hissi, güven hissi, kendini bırakabilme ve teslimiyet hissi.


Şükretmek konusuna da kısaca dokunmak istiyorum. Bu şükür defterlerine günlüklerine ben çok sinir oluyorum. Yapılan araştırmalar da zaten gösteriyor, şükürün de bir limiti var. Her gün her an şükretmek yerine, ara sıra (hattâ “nicelik” takıntısı olanlarımız için: haftada bir) şükretmenin çok daha "huzur" getirdiği bulunmuş meselâ. Müslümanlar için Cuma, Museviler için Cumartesi, Hıristiyanlar için de Pazar ;) Kudüste bu böyledir.. Diğer günler hayat herhangi bir metropolde olduğu gibi akar. Ve şükür gerçekten içten gelmedikçe ne anlamı var ki devamlı dilde olmasının?

Ve son olarak kader ve değişim konusunda, sözü Andy Warhol'a bırakıyorum: İnsan sadece kendisi hazır olduğu zaman değişebilir. Bazen insan değişime hazır hale gelmeden bir ömrü tüketebilir. Kimseyi, o kendisi hazır olmadan değiştiremezsin. Aynen o değişime hazır olduğunda onu asla durduramayacağın gibi.."

13 Aralık 2020 Pazar

Gülmek

Kate Moss, 1990. F: Corinne Day.

"Ne güzel gülümsüyorsun" derdi, rahmetli.... Daha ben gülümsemeden gözlerim gülüyormuş. Ne sevmiştim böyle demesini.. Gülümsemenin mutlulukla değil ama sevgiyle ilişkisi var.

Mutlulukla ilişkisi olansa, gülmek. Bu arada; başlamadan tabii milenyumgillere özel olarak, gülümsemek :) ile gülmek :D arasındaki farkın "göstergebilimsel" anlatımını da es geçmeyelim. 

Gülmek ya da mizahın kullanımı ile mutluluk arasında doğru orantılı bir ilişki olduğu biliniyor ama ünlü komiklerin genelde mutsuz hayatlar sürdüğünü ya da özellikle zihinsel yeteneği yüksek depresiflerin mizahı aslında bir tür "savunma mekanizması" olarak kullandığını da unutmayalım. 

Neşeli olmak, mizaha düşkünlük, gülmeyi sevmek ise; genellikle hayata olumlu bakan insanların özelliği deniyor. Bu iki paragraf arasındaki tuhaf çelişki, işte o da beni cezbeden :)

Bence buradaki çelişkiyi yaratan tam olarak şu: mutlu insanlar, her zaman mutlu olunamayacağını bilir! Mutsuz oldukları dönemleri yönetebilen, zorluklarla karşılaştıklarında geçen yazıda bahsettiğim gibi "so what." (ne olmuş yani?) diyebilen ve inişlerin de oyunun bir parçası olduğunu bilen insanlar, en dibi gören insanlar ve buna rağmen (hattâ buna da) gülebilmeyi öğrenen insanlar; mutluluğu en iyi bilen insanlar bence. Bilmiyorum bu düşüncem ne kadar havada kalıyor..

* Çok kalmıyor olsa gerek çünkü depresyon çalışmalarında laugh therapy (kahkaha terapisi) denen tuhaf ama bir şekilde geçerli bir yöntem de var son dönemlerde. 

Gülümsemek ise... ah o sevgiyle çok ilişkili.

11 Aralık 2020 Cuma

Aldığın kadar ver


Psikolojide prososyal davranış; karşılık beklemeden yardım etme, gönüllü çalışmalar ve yardımseverlik olarak tanımlanır ve bence "sadece almak değil, vermeyi de bilmek" olarak özetlenebilir. Milenyum kuşağının en sevdiğim yönü, bu konuda biz 90'lı yılların çocuklarından çok daha duyarlılar. Hoş yöntemleri yanlış, sosyal medyadan "like" etmekle bir şeyleri değiştirebileceklerini düşünüyorlar ama en azından her birinin içinde bir prososyal davranış bilinci var. Bizim kuşakta bu bilinç çok nadirdi. Ancak bir kısmımız sokaklara dökülürdük ama sokakta da fark yaratırdık hani... ;)

Ben prososyal davranış konusuyla gerçek anlamda üniversitede tanıştım. Ondan önce gönüllü hiç bir iş yapmamıştım çünkü çevremde de böyle bir sistem yoktu. Yardımseverlik malesef kültürümüzde genellikle para ya da maddi yardımlar olarak algılanıyordu. Ben de "paylaşım"ın tek yolunun o olduğunu sanarak büyüdüm. 

Oysa manevi paylaşımlar insanları çok daha mutlu ediyor. Hem alanı, hem vereni.. Gönüllü çalıştığınızda, bir duygusal paylaşıma giriyorsunuz. Bu çok önemli. Çünkü mutluluğun en önemli 3 bileşkesine dokunuyor: yaşamına anlamlı bir amaç veriyor, insan ilişkisi, sosyal iletişim ve kabul görme ihtiyacına dokunuyor ve son olarak, eğer kendini yargılayan, mahkemelere çıkarıp en ağır cezalara çarptıran, diğer insanlara gösterdiğin toleransı kendine bir türlü gösteremeyen, kendine "ya idare ediver işte.. insanız" diyemeyen bir ağır ceza yargıcı kaçtıysa içine hah işte en güzeli de o yargıca "bak ben aslında iyi biriyim, sadece almayan verebilen biriyim" deme şansın doğuyor.. Bir nevi iç denge, yani benim için hayattaki en önemli yaşam amacı, uğruna yaşadığım en önemli şey, gerçekleşmiş oluyor..

Bir de "kendine odaklanıp durmak" yerine, başkasının dertlerine odaklanmak; kesinlikle insanı iyileştiren de bir süreç.. Bunu ileride yeniden ele alacağım.

Foto: Paul Smith ve David Bailey, "Yıllanmış dostluk" - 2010. 

10 Aralık 2020 Perşembe

Sağlık

Sağlıklı olmanın tek başına bir mutluluk nedeni olduğunu söyleyenler oluyor. Tabii ki sağlıklı olmak büyük bir şans, yaşam kalitemizi ve dolayısıyla yaşam doyumumuzu arttıran bir unsur, hattâ bu yüzyılda artık bir lüks ama başlı başına bir mutluluk nedeni olduğuna inanmıyorum. 

Hayatımda gördüğüm ilk sağlıksız insan, aynı zamanda hayatımda gördüğüm en mutlu insanlardan biriydi. Çocuk aklımla bunun çekişkisini o zamanlar anlamamıştım ama şimdi düşününce, nasıl olabilir bu? diye ben de şaşırıyorum ve bilimsel verilerle desteklemek istiyorum. Kanser hastaları ile yapılan bazı çalışmaların sonuçlarına baktığımda, kanser sürecinde "kontrolü elinde tutmak" yani kanseri ve kansere karşı hislerini yönetebilmek, hastalığın sürecini olumlu etkiyor. "Moral her şey" diye özetlediğimiz durum. Ama.. Bir başka durum var. 

Domenic Bahmann "Arkadaşlar"

Bir çok kanser hastası, kanser sürecinde çevrelerinden gördükleri destek kadar, ilişkilerinde daha yakın ve açık olabildiklerini, çevrelerinden daha olumlu sözler duydukları için, kendileri de daha olumlu insanlara dönüştüklerini belirtmiş. Resmen kanser bana iyi geldi, sevdiklerimle ilişkilerimi düzeltti, hayata daha olumlu bakmama yaradı diyenler olmuş. Ben de birebir böyle gözlemliyorum. Sanki bir olumlu değnek değmiş ve birden "siktir ya, uğraşamayacağım.. bundan sonra olumluya odaklanacağım, daha farklı algılayacağım ve yaşayacağım" ruh haline bürünüyor insan.

Lütfen "pollyanna'ya bağladı" demeyin, aksine, birden "ne gereksiz işler" diyor, sanki hiç ihtiyacın olmadığı halde sana verilen gözlüğü çıkarıp atmış gibi oluyorsun. Yerine pembe gözlük giymeden, çıplak gözle bakarak, baktığını olduğu haliyle kabul ederek... Bu da mutluluk vermiyor belki ama bir hafiflik verdiği kesin. 

Yani sağlıkla "sınanmak" mı dersiniz buna bilmem ama ömrünü hep sağlıklı bir şekilde geçirmiş bir insanın bu seviyede bir anlamaya ulaşabileceğini sanmıyorum ve belki de diyorum, sağlıksızlığın da bir güzel tarafı var ve bu "sağlığı anlayıp şükretmek" (şu Allahın belası karşılaştırmalı şükür kavramı) değil de, sağlıksız olduğun halde ve belki de bu sayede, yaşamdan farklı düzeyde bir tat alabilmek. Bunu özellikle grip olduğunuz zaman yanınıza konan adaçayına, şefkatle bakılan ateşinize, üzerinize örtülen battaniye ve sizden hiç bir şey beklenmeden sadece dinlenmeniz istendiğinde de fark etmişsinizdir... Hoş bir his değil mi? 

Buradan bir sonraki yazıya doğru atlayacağım meta kavramı tahmin etmek zor değil: bakım vermek, şefkat vermek, "prososyal" davranış ve mutluluk ilişkisi.

9 Aralık 2020 Çarşamba

Seçim yapabilme özgürlüğü

Seçebilme özgürlüğü mutluluğun önündeki basamaklardan biri dedim ama, öyle havada bırakmak istemiyorum bu konuyu. Eskiden bir arkadaşım "evliliğimde mutsuzum.." diye başladığında "e ayrıl o zaman?" deyiverirdim. Seni tutan nedir; maddi endişeler, çocukların varlığı, çevreden gelecek yorumlar, yalnız kalma korkusu, bu yaştan sonra yeniden sevecek birini bulmaya çalışmak? 

Gel zaman git zaman, bir şeyler bir şeyler oldu ve o zaman anladım ki "e ayrıl o zaman" lafı hakikaten kadınlara edilen "aman kocandır döver de sever de, kır dizini otur" ya da erkeklere edilen "daha iyisini mi bulacaksın, yediğin önünde yemediğin arkanda, çoluk çocuğuna acı" kadar havada, o kadar anlamsız bir "nasihat"miş (hoş nasihatin hangisi anlamlı ki diye de sormak isterim). 

Dolayısıyla "seçim özgürlüğü" ne kadar özgürlük, o biraz tartışılır.. Fakat "yanlış seçimler" üzerinden mutsuzluğa dayanmak da aynı ölçüde anlamsız geliyor bana. Seçim yanlışsa, düzeltme şansın da yoksa, o zaman bakış açını değiştirmek (kabullenmek ve devam etmek) zorundasın. Şimdi burada "mutluluğa odaklan" zırvalığı yapmayacağım (nedense sürekli mutluluk dünya barışı kardeşlik muhabbeti yapanları, her konuya sadece olumlu yönden yaklaşanları biraz aptal andavallı (ignorant kelimesinin tam türkçe karşılığını hatırlayamadım) buluyorum, bakınız denge konusundaki yazım) ama bu seçimde seni tutan bir şeyler de olmalı ki, "yeter be" deyip gidemiyorsun. Gittiğinde paşa paşa dönüyorsun. İşte o "tutan şey"leri derinlemesine düşünmek lazım. Aradığın "anlam" ya da uğruna yaşadığın "şeyler"den biri o, çünkü.

Günün sözü: Sometimes people let the same problem make them miserable for years when they could just say, 'so what.' That's one of my favorite things to say. 'So what.' " - Andy Warhol.  

Zaman yönetimi

Zaman bulamıyorum, kendime zaman kalmıyor, zamanın hızına yetişemiyorum derken derken, günün birinde anî bir aydınlanma ile, zamanı bulamıyorsan kendin yarat! deyiverdim. Zaman nasıl yaratılır? Tabii ki zamanını gereğinden fazla alan ve sana bir mutluluk ya da yaratım olarak dönmeyen etkinlikleri (buna aslında durgunlukları ya da pasiflikleri demeli?) hayatından çıkartarak.

Bu bazısı için sosyal medya olur, bazısı için gereksiz endişeler ve felaket senaryolarıyla geçirilen zaman, bazısı için yeteneği olmadığı halde azimle inatla yapmaya çalıştığı bir uğraş, bazısı içinse sevmediği ama devam ettirdiği bir yaşam tarzı.. Hepsi vakit kaybı.

Benim için en büyük zaman yiyici, kendi iç sesimle, kendimle olan kavgalarım. Yapıcı hiç bir anlamı olmayan, hiç bir sonuca çıkmayan, bitmek bilmeyen iç monologlarım. Çoğu insandan farklı olarak benimkiler geçmişe yönelik pişmanlıklar değil, hiç olmadı. Sonuçta hata bile öğretici bir deneyimdir dedim geçtim. Güvencelerim kendi içimde olduğu ve defalarca yeni bir yerde yeniden başlayabildiğim için, gelecek de beni korkutan, endişe veren bir düşünce değil. Fakat benim sorunum, anı yakalayamamakla ilişkili. Ertelemek. 


Hazzı çok ertelerim meselâ. Yeni aldığım bir elbiseyi bir vakit az giyerim, kıyamam. Kalemlerim defterlerim, yeni aldığım kitaplarım, keza.. Fakat ilişkilere de böyle yapıyorum. Biriyle tanıştıysam ve sevdiysem onu, hemen yakınlaşmadan biraz uzak durarak, "harcamamayı" istiyorum o heyecanı. Tabii ki büyük hata, hayat beklemiyor çünkü. Al işte 1. evre kanser.. Ne yapacaksın şimdi? Tüm elbiseleri, kalemleri, ilişkilerimi çıkarttım önüme, doya doya sindire sindire kullanayım. Zaman bitmeden. Hayat geçmeden.. dedin. Dedin de, yapabilecek misin?

Kısacası. "Oyalayıcıları" elinden bırak. Zamanın bitmeden, neyse o yapmak istediğin, yap gitsin.

Kolayca söyleyiverdim de, bunu yapabilmek öyle zor ki. Disiplinli ve uğraş vererek doldurmak gerekiyor hayatı, yap gitsin bir rahatlık yok. Mindfulness (farkındalık odaklı yaşam) koca bir yaşam tarzı sonuçta.... Öğrenmek ve sürekli deneyimlemek gerekiyor.....

7 Aralık 2020 Pazartesi

Mutluluk


Bazen bir meta kavrama bağlamadan, sakin sakin "şeylerin mutluluğu"ndan bahsedebilmeyi istiyorum.. Fakat nedir mutluluk? Mutlu olmayı bu denli önemli kılan nedir?

Mutluluk aslında hepimizin sahip olmak istediği bir kavram değil. Burada ilginç olan şu; sevgi ya da denge evrensel bir hisken ve sanırım evrimsel anlamda hayatta kalmamız için gerekli olduğundan genetik kodlarımıza işlenmiş bir ihtiyaçken, "mutluluk"un ihtiyaç olmaması, hatta mutlu olmadan koca bir hayatın geçirilebilmesi. Bu bana hep çok ilginç gelmiştir. Bazı insanlar mutlu olmanın çok gerekli olmadığı, onun yerini başarı, sosyal statü ve saygınlık ya da yaşam kalitesi gibi kavramların da kolaylıkla alabildiğini savunuyor. Olabilir. Fakat benim için mutluluk bunların hepsinin önünde geliyor. Denge ve sevginin önüne ben de koymuyorum açık söyleyeyim ama üçüncü sırada mutluluğu aradığım, mutlu olmak için yaşadığım, aşikâr.

Fakat, beni mutlu edenlere bakınca, bunların hep küçük detaylarda ve bu ufak ayrıntıların yarattığı hislerde olduğunu fark ediyorum. Yıllar içinde mutluluğun ne kadar kişisel olduğunu ve kavramlar yerine küçük ayrıntılarda, sahip olmak yerine görebilmekte gizli olduğunu öğrendim. Başarı, para ya da mevkii meselâ asla mutluluğun garantisini vermiyor. Keza saygınlık, çok seviliyor olmak da. Fakat meselâ küçük ayrıntılar; çarşafların beyaz sabun kokusu, babanın tıraş fırçası, annenin göz kalemi çekerken her sefer dudaklarının istemsizce aralanması falan gibi ufak detaylar insanı çok mutlu edebiliyor. Ya da benim için bu böyle, bilmiyorum.. 

Bu blogda da temel kavramları belirledikten sonra üzerinde çalışacağım meta kavram sanırım "sevgi ya da denge" değil de mutluluk olacak çünkü mutluluk ile yaşam doyumu benim için çok içiçe.. Ama önce diğer kavramları bir önüme koyayım, genel resmi bir göreyim izninizle :)

Beatles - Happiness Is a Warm Gun

Fotoğraf: Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi, orijinal el yazması metinden.

5 Aralık 2020 Cumartesi

Sevmek sevilmek

Sorunun sorulma şekli, pek tabii cevabı da etkiliyor. Meselâ "ne için yaşıyoruz?" diye sorduğum zaman bazen "niçin (neden) yaşıyoruz?" diye sorduğum sanılıyor. Cevap da "yaşamın anlamı" ya da varlık felsefesine dayandığı kadar, aslında "bence hayat boş, anlamı da yok" ya da nihilist yaklaşıma da dayanabiliyor. Oysa benim aradığım yaşamın anlamı, neden bu dünyada olduğumuz değil. Dünyadayız ya da yaşıyoruz, çünkü biri ya da bir şey bizi bu dünyaya koymuş ya da tamamen rastlantısal nedenlerle yaşam başlamış, aynı rastlantısal nedenlerle sona erinceye dek de bir takım "deneyimler" ediniyoruz. Amaç da, süreç de bu.. Böyle bakınca basit.. 

Fakat benim sorum aslında "neler için yaşıyoruz?" yani bu hayatı bizim için yaşanılır kılan, bize hayatı sevdiren deneyimler / duygular / hisler neler? İşte ben bunları merak ediyor ve burada bunlar üzerine düşünmek ve yazmak istiyorum.. 

Bugün önümdeki kavram "sevmek ve sevilmek için yaşamak" ya da hayattaki en önemli kavramın "sevgi paylaşımı" olduğunu düşünmek. Bir çok insan hayatın anlamını bile, "sevginin çoğaltılması" olarak belirtiyor.. Peki ama hangisi; sevmek mi sevilmek mi?

Audrey Hepburn & Mel Ferrel
Foto: Michael Ochs, 1956.

Diyorlar ki; mutlu olmak için, sevilme ihtiyacınızı (ya da beklentinizi) çok azaltmanız, fakat sevme davranışınızı arttırmanız gerekli. Fakat "karşılık beklemeden sevmek" de gerçekten çok zor bir tutum bence. Egonu hiçe saymak, karşındakini olduğu gibi kabul etmek ve neydi o laf "olması gerektiği gibi olmadığı zaman" bile onu sevmeye devam etmek.. Çok zor, yıpratıcı bir durum. Ama bir defa o mertebeye ulaşıldığında da sanırım hissedilen duygu bambaşka oluyor. Bir "anlama", bir "kabul etme", bir "bütünleşme" duygusu, sanırım "sevgi" kelimesinin de asıl anlamı bu....

4 Aralık 2020 Cuma

Denge

"Ne için" yaşadıklarını ve hayatın onlar için ne anlam ifade ettiğini, sevdiğim ve fikirlerine değer verdiğim insanlara sormaya başlayalı uzun zaman oldu ve bana rehberlik eden çok güzel, çok çeşitli cevaplar aldım. Bunlar içinde benim en çok katıldığım ve anlam katan ilk madde olarak düşündüğüm; "deneyimlemek için" oldu. Yani hayatı bir sürü kavanoz gibi düşünürsek, her birinin kapağını açıp, içinde ne varsa ondan bir parmak tatmak. Mutluluk kadar acıyı da deneyimlemek, hayatı sadece güzel yönleriyle değil, acısıyla tatlısıyla bir bütün olarak yaşamak, deneyimlemek..

Oysa içimizde hep bir "aydınlık yüz" özlemi var. Mutlu olalım. Sevilelim. Başarılı olalım. Hedeflerimiz hep olumlu kavramlar, kazançlar. Oysa "yaşamı anlamak" aslında biraz türbülans, biraz iniş çıkış, biraz mutsuzluk, trajedi olmadan olmuyor.. Sakin, huzurlu, rutin, beklenmedik hiç bir durumla karşılaşmadığımız bir yaşam aslında bize anlamsız geliyor.. Geriye dönüp bakınca "neler yaşadım be!" demek ve "nasıl çözdüm şu sorunu, şu sıkıntıdan nasıl çıktım, şu çalkantılı dönemi nasıl geçirdim" diye düşünmek, çoğu insanda "yaşanmışlık hissi"ni hattâ "yaşam doyumu"nu arttırıyor.. 

Ve aslında farklı noktalarda önümüze gelene açık olarak durmak, aynı zamanda hayata karşı daha esnek, açık fikirli olmak da demek.. Hayat ne getirirse ona açık olmak, bir yolunu bulmak. "Zekâ" bile bir anlamda böyle tanımlanmıyor mu; "uyum yeteneği"..? 

Oysa biz insanlar hayatımız rahat, güzel, keyifli ve kolay geçsin istiyoruz! Hayattan olumsuz bir darbe aldığımızda "bu neden oldu?" diye karalar bağlamamızdan, hattâ inanç sistemi içinde "Tanrı neden böyle korkunç şeylerin olmasına izin veriyor?" diye sorguladığımız anlardan bahsediyorum. Oysa Tanrı sadece "iyi" değil, "kötü"yü de içinde barındıran bir mutlak güç.. Yine hayat da böyle bence, iyilikler kadar kötülüklere, şükretmek kadar mızmızlanmaya, şans kadar şanssızlığa da ihtiyacımız var. Hayır, aksini görüp değerini anlayıp ya da bizden kötü durumdakine bakıp "karşılaştırmalı şükür"ler etmemiz için değil asla, aksine, aksi ile bütün halinde oluşunu, ayrılmazlığını, tamamlanmışlığı yani denge hissini anlayabilmemiz için..

Şükür demişken.. Şu şükür listelerine, günlüklerine, şükür günlerine vs. çok deli sinir oluyorum ben! Hep bu "olumlu ol, gülümse, güzele odaklan" felsefesine de.. Şükür kadar mızmızlanma, şikayet etme, sinirlenme hakkımız da olmalı. Nasıl devamlı mızmız bir insan içimizi darlıyorsa, devamlı hoşnut, şükreden bir insan da içimizi darlar.. Şükür defteri kadar, şikayet defteri de yazmalıyız; ya da daha iyisi aslında hiç birini yazmamalı, yaşamalı ve türbülansın içinde dengemizi bulup, devam etmeliyiz bence. 

Denge evet; denge için yaşanabilir bence. Verdiğin kadar almak, farklı açılardan deneyimleyerek bütüne ve nihaî anlama ulaşmaya çalışmak için..

3 Aralık 2020 Perşembe

Fark etmek

Zor bir dönemden geçiyorum. Hayat şu son birkaç haftada bana kendimi ne kadar hor kullandığımı ve yorduğumu açıklıkla gösterdi. Herkese uzattığım eli, verdiğim şefkâti, özeni, saygıyı kendime vermediğimi fark ettim. Kendime ne kadar sert davrandığımı.. Kıyasıya eleştirdiğimi.. Yaptıklarımdan, olduğum kişiden, gidişatımdan bir türlü hoşnut olamadığımı, ikna olmadığımı.. Kendi kendimden razı olmadığımı..

Oysa sadece insanım.

Bazı şeyleri iyi yapan, bazı şeyleri kötü yapan, eksikleri, tutkuları, hataları ve sevapları olan sıradan bir insanım. Halbuki, ne çok şey bekliyorum kendimden, insan üstü bir yaşam bekliyorum. Seveyim istiyorum, sevileyim, mutlu edeyim, mutlu olayım. Denge istiyorum, her şeyden önce iç denge.

Sorun, belki de hız. Dünyanın dijital çağını yaşıyoruz ve her şey tek kullanımlık, hızla tüketmelik. Dışı süslü içi boş kavramların, fikirlerin, insanların çağındayız. Hız arttıkça anlam yok olmaya başladı.. Anlamsız değil oysa yaşam, içini boşaltan ve anlamsızlaştıran sadece hız; bu tek seferlik al-tüket-at anlayışı.. Hayat beni beklenmedik bir anda durmaya zorlayınca, şunu fark ettim: Hayatımı tüketiyorum, hem de dijital bir hızla.

Evet, hayatımı boşa geçirdiğimi fark ettim. Ölümden bunca korkmamın nedeninin aslında yaşayamamaktan korkmak olduğunu fark ettim. Şimdiye dek kazandığım, başkaları için çok parlak sayılabilecek tüm başarıların, birikimin ve değerlerin bana bomboş geldiğini fark ettim. Kendi içimde verdiğim oldukça merhametsiz, acımasız ve çetin bir savaşta, ağır yaralı ve bitkin düştüğümü fark ettim. Kendimi didikleyip yıpratmakla meşgulken, hayatın çok büyük bir hızla geçip gittiğini fark ettim ve sanki "durakta beklerken hızla geçen bir trene bakar gibi" hissettiğim bir anda, kendi kendime yakalandım.

Hızla geçip giden trene bakakalma hissi.. Hayat geçip giderken dışardan bakıyormuş, hiç bir şey yapmıyormuş, durakta oyalanıyormuşsun hissi. Tam yine kendimi suçlayacakken, birden fark ettim: belki de hızla geçip giden trendedir sorun? Belki benim ihtiyacım olan; buharlı, yemekli vagonunda insanların eski usul oturup sohbet edebildiği, manzaranın tadını çıkarabildiğin, raylar üzerinde haddinden yavaş akan bir trendir? Hattâ belki birazdan gelecektir durağa? İçine bindiğimde, doğru yerde olduğumu, dengede olduğumu hissedeceğim belki de?

Belki de.

Photo by K B on Unsplash

Açıkcası buharlı tren metaforu üzerinden, Proje 365 Blog ile çıktığım bu yolculuğun da beni nereye götüreceğini bilmiyorum ama bu blog bir araç sonuçta, deneme yanılma, içsel bir yolculuk. Ve ben yolculukları her zaman çok sevmişimdir..