Hepimiz müslüman olalım demiyorum fakat inancın ruh sağlığına olumlu katkısı olduğu bilimsel gerçeğini de göz ardı edemeyeceğim. Çünkü öyle bir gün geliyor ki insan hayatında, öylece kalıyorsun. Duyduğun korkuya ya da hissettiğin acıya daha fazla dayanamayacağını, bu kaybı kaldıramayacağını düşünüyorsun. O anda işte, insan kendinden daha üst bir mekanizmaya inanma, kendini ona bırakma, kul olma ihtiyacı hissedebiliyor. Bir nevi "göklerdeki babamız" ihtiyacı...
İşte o anda herhangi bir şeye inanabilmenin, insanın hayatını kurtarabileceğini biliyorum. Yapayalnız olduğunda, her şeyin simsiyah gözüktüğü o anda, hiç bir umudun kalmadığında konuşan o "baba" sesine ihtiyacımız olduğunu biliyorum..
Yoksa, her kitapta aşağı yukarı yazan aynı, dinler sadece aynı babadan doğma farklı kardeşler gibi, kimi mavi gözlü, kimi uzun, kimi suçlayıcı, kimi sakin.. Yöntem farklı olsa da, yarattığı his ve amaç aynı: kulluk hissi, güven hissi, kendini bırakabilme ve teslimiyet hissi.
Şükretmek konusuna da kısaca dokunmak istiyorum. Bu şükür defterlerine günlüklerine ben çok sinir oluyorum. Yapılan araştırmalar da zaten gösteriyor, şükürün de bir limiti var. Her gün her an şükretmek yerine, ara sıra (hattâ “nicelik” takıntısı olanlarımız için: haftada bir) şükretmenin çok daha "huzur" getirdiği bulunmuş meselâ. Müslümanlar için Cuma, Museviler için Cumartesi, Hıristiyanlar için de Pazar ;) Kudüste bu böyledir.. Diğer günler hayat herhangi bir metropolde olduğu gibi akar. Ve şükür gerçekten içten gelmedikçe ne anlamı var ki devamlı dilde olmasının?
Ve son olarak kader ve değişim konusunda, sözü Andy Warhol'a bırakıyorum: İnsan sadece kendisi hazır olduğu zaman değişebilir. Bazen insan değişime hazır hale gelmeden bir ömrü tüketebilir. Kimseyi, o kendisi hazır olmadan değiştiremezsin. Aynen o değişime hazır olduğunda onu asla durduramayacağın gibi.."