23 Aralık 2024 Pazartesi

Tüketmek / Tükenmek: Son Söz

2024'ü de böylece tükettik :) Güzel konuydu bence, tükenmek ve tüketmek.. Bir anlamda kendi tükenişimden yarattığım bir "ışık" oldu, hem bana, hem de sanıyorum okuyan ve üzerinde düşünenlere..

Konuyu bir çok farklı açıdan ele alabildiğimi düşünüyorum; işin hem maddi hem manevi boyutlarını bence iyi toparladım. Hem bir eylem olarak tüketimi, hem de bir durum olarak tükenmeyi ele alabildim. Belki en son söylemem gerekeni en başta söyledim, yani reçeteyi, yani öz-şefkati ya da genel anlamıyla şefkati, tükenme / tüketme kısırdöngüsünün ilacı olarak çok hızlı verdim.. Ama olsun o kadar, ilacı vermek yetmez ki, onu nasıl kullanacağını, aç karnına mı tok karnına mı, nasıl alacağını da anlatmak gerekir... Yoksa bir yeri onarmaya çalışırken, başka yerden bozulur insan... Şefkat de öyle biraz, bir iç-dengesi var şefkatin de.. O apayrı bir sanat dalı, henüz benim de pek başaramadığım.... Başarabilirsem, onu da anlatırım elbette bir gün.. Bir Aralık.. Bir yıl..

Fakat evet, eksiğiyle fazlasıyla, bu senelik de benden bu kadar. 

Bakalım 2025 bana düşünsel yolculuğumda neler getirecek.... Bir sene boyunca tortulanan düşünceleri böyle bir ayda özetlemeye çalışmak yorucu oluyor ama çok hoşuma giden bir yorgunluk olduğunu da itiraf etmeliyim. Bir de, bu sene ilk defa bu bloğu yoruma açmak, hoş bir deneyim oldu doğrusu... Seneye de kesinlikle yorumlar açık olacak.. Yorumlarınız için çok teşekkür ederim, gerçekten bloğu ve beni zenginleştirdiniz! 

31 Aralık günü bu bloğun kapısını kitleyip çıkacağım, tabii yorumlara da kapatacağım bloğu yeniden, çünkü bir sene boyunca uğramıyorum ve dönüp bakmıyorum.. Ama seneye 1 Aralık'ta yeniden görüşmek, kavuşmak dileğiyle diyelim..... Düşünmeye, anlamaya çalışmaya aynen devam :)

Herkese iyi bir sene dilerim! Aralık 2025'te görüşmek dileğiyle.....

Barcode, 2004, Banksy.

22 Aralık 2024 Pazar

Tüketmeyi körükleyenler: Yokluk, kaybetme ve ölüm korkusu

Bir önceki yazıdaki örnekle devam etmek istiyorum. Evladını kaybetmek bir annenin yaşayabileceği en büyük felakettir demiştim. Çünkü yeri asla doldurulamaz bir boşluk söz konusudur. 

Bu sadece evlat için geçerli değil, bazen çok sevip çok büyük bir yere koyduğumuz insanlar, hayvanlar hatta eşyalar için bile benzer bir yoksunluk duyarız, hatta "kayıp" ölüm bile olmasa, onları bir şekilde yitirdiğimizde çok etkilenir, o varlığın yerine asla bir şey koyamayacağımızı düşünür, kalan o boşlukla ne yapacağımızı bilemeyiz. 

Kimi insan o boşluğu mümkün olan en kısa sürede yeni bir şeylerle doldurmaya çalışır. Kimi mesela hemen hamile kalmak, yeni bir ev hayvanı almak ya da giden sevgilinin peşinden hemen yeni bir aşka dümen kırmakla, ya da manevi bir gücün desteğiyle doldurmak ister o boşluğu - ki haklıdır. Kimiyse boşluğu "boş bırakmak" isteyebilir, bir daha asla çocuk sahibi olmak istemeyebilir, bir süre ıssız kalmak, insanlardan uzaklaşıp içine kapanmak ister - ki o da haklıdır. İnsanların acıyla başetme yöntemleri farklı farklıdır ve herkese kendi yöntemini uygulamak için fırsat tanınmalıdır. Boşluğu boş bırakmak ya da sıcak ve yumuşak bir duyguyla doldurmaya çalışmak; ikisi de birbirinden üstün ya da doğru / yanlış olmayan, tamamen kişisel tercihlerdir.. 

Peki bu tercihler ne zaman patolojik bir sorunu işaret eder ve müdahale edilmesi gerekir? 

Önceki iki yazımda da dediğim gibi; tükenme / tüketme davranışı görüldüğünde.. Peki patolojik tüketimi nasıl anlayabiliriz?

Bir insan kayıp nedeniyle yokluk çekiyorsa, yas sürecindeyse, çevresindekiler olarak ona zaman tanımalı fakat onu büyük bir dikkatle gözlemlemeli ve öncelikle güvenliğinden de emin olmalıyız. Kişi bu süreçte öyle tükenebilir ki, kendi yaşamından vazgeçebilir. Bu her zaman ekstrem bir kendini öldürme düşüncesi / davranışı olarak ortaya çıkmayabilir çünkü dini duygular ya da korkular kişiyi radikal bir karar almaktan geri tutabilir, koruyabilir. Fakat kendini bizzat öldürmeden de öldürebilir insan kendini. Yani eskiden olduğu kişi değildir artık.. Ya da eskiden yaşadığı hayattan kopmuştur, varoluyordur varolmasına ama "yaşamıyordur" artık. Bunu yakınları olarak mutlaka hissederiz fakat bazen görmezden geliriz, zamana bırakırız müdahale etmekten çekiniriz. Bu noktada mutlaka müdahale edilmesinden yanayım. Çünkü erken müdahale uzun süreli depresyon ve anksiyete hikayesinden korur insanı.. Kaybın sonrasındaki altı ay acılar tazedir ve yas süreci genelde (suçluluk duygusu ve kendine zarar verme düşüncelerini "normal"in dışında tutarak söylüyorum) doğal olarak işler. Fakat 6. ay ila 12. ay arası kritik bir evredir ve kişide eski kişiliğe ve yaşama dönüş hâlâ pek görülmüyorsa, mutlaka klinik yardım alınmalıdır. 

Konumuza geri dönersek, yokluk ve kayıplar, aslında kişiye bilinçaltında kendi ölümlülüğünü hatırlattığı için de özel bir varoluşsal kriz dönemidir. Kaybedilen evlat aslında aynı zamanda kaybedilen bir yaşam olasılığı yani kendinden geriye kalacak ve kendini devam ettirecek bir hikayenin yokolması anlamına da gelir. Bir anlamda "uzvun kaybı" gibidir, çünkü kişinin kendi geleceğinin, sonsuza dek yaşama olasılığının da kaybıdır.. Planların, hayallerin ve umudun da kaybıdır. Bir hayata dair "tamamlanamamışlık"tır evlat kaybı. 

Böyle bir acıya iyi gelecek tek şeyse, "tamamlamak"tır aslında, kendi halinde usul usul akarken, önüne set çekilip baraj yapılan yaşamı, yeniden bir nehre dönüştürme çabasıdır.. Yani "inadına yaşamak", öyle yaşamak ki, belki iki kişinin hikayesini birden tamamlamak. 

Tabii bu doğal akış türlü nedenlerle anlaşılamadığında, yanlış yerlere gidebilir ve kişiyi "tüketmeye" sevkedebilir. Kendini tüketmek gibi.....

*

Daha hafif bir örnek ver içim şişti C. dersen (vallahi benim de şişti). Sevgiliden sevgiliye geçenlerden bahsedebiliriz ya da alışveriş hastalarına geçelim gel :) Zararı en kendine olan tatlı deliler :) Aslında alışveriş hastalarının hayat hikayelerine baktığımızda genellikle bir "yokluk" hikayesi görüyoruz. Misal SSCB dağıldıktan sonra komünizmin yokluğundan çıkan insanların bir kısmının, özellikle alışverişe ve "biriktirmeye" meyilli olduğu görülmüştür (2000'lerin başında Doğu Almanlar arasında yapılan bir araştırma sonuçları). Benzer şekilde savaş yaşamış nesillerde "kiler" bulunması ve bu kilerde ihtiyaçların yedeklenmesi, ekonomik stabilite yaşanmayan ülkelerde insanların konserve ve kışlık hazırlıklara daha meyilli olması da örnekler arasındadır. Maddi değil manevi yokluk (özellikle sevgi ve şefkat yokluğu ve özellikle çocukluk dönemi ebeveyn yitim öyküsü olanlar)da da durum çok benzerdir. İnsanlar maddi olsun, manevi olsun, yokluğu "alışveriş yaparak" ya da bedenlerine "gıda istifleyerek" ya da "biriktirerek, saklayarak, bir şeylerin koleksiyonunu yaparak" giderme eyilimi gösterirler. Kısacası yokluk çekmiş insanlar, bolluk devirlerinde bile "risk" görmeye meyilli ve bunun sonucunda da satın almaya ve biriktirmeye eğilimlidir..

bu benim komşunun (tek yaşıyor) ayakkabıları :P
evden çalışan biri, evden bile çıkmıyor genelde.. :))
aslında bu rafların tamamı doluydu, galiba son konuşmamızdan sonra atmış bazılarını (çoğu giyilmemiştir bile)

Yine benzer bir "yokluk" biçimi olan "varolanın kaybedilmesi"nde de - bu ister mal ister bağlanılan bir insan olsun - organizma "elinde kalana daha sıkı bağlanma" eğilimi geliştirir. Bağlanılan obje ya da insanın kaybı, diğer obje ya da insanlara karşı gereğinden fazla hassaslaşmış hisler, korkular, endişeler ve bazen de "suçluluk duygusu" ile (bakınız dünkü yazı), geride kalana "gereğinden fazla" bağlanma ve sıkı sıkı tutunma, bazen de "bırakamama"ya neden olur.. Ki bu da zamanla "tutulan ve bırakılamayan" varlığın da "tükenmesine" neden olur.

Aslında; tüm bu yokluk ve kaybetme korkularının temelinde her zaman ve her koşulda (bazen çok deşip çıkarmak gerekse de) tek bir korku yatar: "ölüm" korkusu. Kaybetme / kaybolma / yokluk / yok olma, her zaman ve her koşulda "yokluğun" insan tarafından "kendi ölümlülüğünün hatırlanması" ile ilişkilendirilmesine ve aslında kaybedilen obje ya da canlının "kendi yokoluşuna" dair temel krizinin açılmasına neden olur.

Ölüm / yokoluş teması ile yüzleşmeye hazır değilse insan; bu onda "yerine koyma", "doldurma" ya da "yokluk yokmuş gibi davranma"ya neden olur ve dolayısıyla "tüketim" davranışı başlar.. Bu nedenle ölüm, yokluk ve kaybetme temalarıyla çalışırken, temel amacımız aslında şudur: Ölümü yerine bir şey koymaya, doldurmaya çalışmadan kabul edebilmek. Doğmak nasıl doğal bir süreçse ve sancılıysa, ölmek de sancılı ama doğal bir süreçtir. Varolmak nasıl bir mucizeyse, yokolmak (veya dönüşmek) de bir mucizedir. Öncelikle bunun kabul edilmesi ve sonra ölüm korkusunun aslı olan "yaşayamama korkusu"nun ele alınıp, kişinin yaşamı daha aktif ve içinde hissederek yaşayabilmesini sağlamak, varoluşsal terapilerin temel amacıdır..

Günün egzersizi: Viktor Frankl'ın dediği gibi: "Tam şu anda kalbinin durduğunu ve zorla yeniden çalıştırıldığını" düşün. Sana ikinci bir şans verildiğini gördüğünde, sence neleri farklı yapardın?

Bir sonraki konu: Artık son yazı :) Gözümüz aydın.. Genel bir toparlama, birkaç kişisel örnek ve kapanış :)

19 Aralık 2024 Perşembe

Tüketmeyi körükleyenler: Suçluluk duygusu

Dün aslında bugün için "ölüm ve yoksunluk" duygusuna gireceğimi yazmıştım fakat "acıdan kaçmak ve dinmesi için her şeyi yapmak, göze almak" derken, aslında bu konuya bir de tam tersinden bakabileceğimizi fark ettim: çektiği acıya bağlanmak ve acı bittiğinde, yoksunluk çekmek. Adeta, "acı çekmemenin suçluluğu" diyebileceğim bir konu.. Bu konuyu planladığım yazıların arasına son dakikada almaya karar verdim.

Bir örnekle açayım. Çok sevdiğimiz biri ölür ve acı çok büyüktür. Bazen asla eski hayatımıza dönemeyeceğimiz derecede büyüktür, yaşamın anlamı ölenle birlikte yitirilmiş gibi görünür, acı artık yaşamımızın anlamıdır. Allah kimseye yaşatmasın; evlat kaybı mesela; dünyadaki acıların en büyüğüdür muhakkak.. Ve bu acıyı yaşayan bir annenin bazen "gözünün feri sönmüştür" artık.. İlk zamanlar yemez içmez, uyuyamaz, gözlerinde yaş kalmayana dek ağlar, bir fırsatını bulup ölebilmeyi düşünür.

Fakat bir an gelir, eninde sonunda gelir o an, bir saniyeliğine unutur acısını ve bir şeye gülümser. Güler hatta. Ve anında fark eder: nasıl biriyim ben, nasıl bir canavarım, nasıl gülebilirim, nefes alabilirim, devam edebilirim..... İşte "acı çekmemenin suçluluğu" budur. Oysa ne kadar insani, ne kadar doğal bir davranıştır unutmak, gülümsemek, yaşamaya devam etmek. Ama kendine izin vermez. 

Neden yapar bunu? Çünkü - bazen farkında bile olmaz ama - kendini suçlamaktadır. Ve öyle bir suç / ceza mekanizması geliştirmiştir ki, ceza ebediyete dek çekilecek bir kavrama dönüşmüştür, ceza çekilip hayata devam edilebileceği fikri ortadan kalkmıştır. Oysa dini kitaplara göre, cehennemde bile sonsuza dek ceza çekilmez.. Tanrının bile affedebileceği insanı, kendisi affedemez hale gelir. İşte patolojik olan, dıştan müdahale edilmesi gereken durum budur. Burada biz uzmanlar kişinin "suç ve ceza" mitlerine odaklanırız, kişinin suçunu açıklıkla belirlemesine, kendisine uygun bir ceza bulmasına, bu cezayı çekmesine ve ceza çekilip bittiğinde de yeniden özgürleşmesine yardım etmeye çalışırız. Kişinin iç adalet mekanizması bozulduğunda, dış müdahale mutlaka bir uzman tarafından yapılmalıdır, buna girmeyeceğim.. Ben sadece bu mekanizmanın bozulduğu durumlara da sık rastlanıldığından, bu durumun da doğal bir insanlık hatası olduğundan ve her hata gibi bir çözümü olduğundan bahsetmek istedim...

Acıyı sündürmek, acıya bağlanmak, acıyı "kişiliğin bir parçası" haline getirmek üzerine birkaç farklı örnek daha vermek istiyorum:

"12 sene önce bir hata yaptım, hayatım o noktada kırıldı, bir daha düzelemedi. Ben mutsuzluğa mahkumum...."

"Çocuğumla ilişkim hep kötüydü, hiç düzelmedi, düzeltemedim, hepsi benim suçum, şu an çocuğumun içinde bulunduğu duruma neden olan benim.."

"Sevdiğim insanı kurtaramadım, o öldü ve ben yaşamaya devam ettim.. Nasıl devam edebildim.. Suçluyum.."

"Evlilimde başarısız oldum, fakat çocuk nedeniyle, aile büyüklerinin baskıları nedeniyle ayrılamadım da. Mutsuzluğu devam ettirdim ve hayatımı, ailemin hayatını da mutsuzlukla doldurdum."

.. gibi gibi. Aslında tüm bu örneklerde kişi "zamanında harekete geçmediği için" kaderi suçlamakta gibi görünse de - fark etse de bilinçaltına atıp fark etmemiş gibi davransa da - öfkesi bizzat kendisinedir. Ben beceriksizim, cesaretsizim, yetersizim, kusurluyum, eksiğim, insanları mutsuz eden, sevilemez biriyim...... 

Fakat bu "acı"dan kaçmaz da, onu sündürür, bir "çaresizlik, kader" olarak giyinirse, aslında kendini acıyla özdeşleştirip, kendini "harekete geçme sorumluluğundan" da korumuş olur (ben böyleyim..). Oysa harekete geçtiği an, dışarıdaki kuş seslerini duyacaktır, sıcak bahar havası yüzünü okşayacaktır ama o direnç göstererek "hayır, acıyı sürdürmeliyim" dediği için, tüm bunlara kendini kapatmayı seçer. Çünkü acı çekmezse, suçu kendi üzerinden atarsa, bunca yılı "tüketmiş" olduğu gerçeğiyle yüzyüze gelecektir. Ve işte bu, egonun sahip olabileceği tüm acılardan daha büyük bir acıdır.. Kendine, verilmiş bir armağan olan kendi yaşamına ihanet etmiş olmanın acısı.

Bu nedenle; hepimizin kendi karanlık noktalarımızı (kendimizi suçladığımız ve bu suçu dirençle üstümüze giyindiğimiz anları) bulup açmamız, çalışmamız gerek bence. Bilinç altına gömdüklerimizi özellikle.. Çünkü başka türlü bu bedensel ağrılar, bu diş bacak sıkmalar, bu anlık öfke patlamaları, bu "hayattan bir türlü zevk alamıyorum sanki dondum kaldım bir noktada" hissi geçmeyecek......

Günün alıştırması: Gizliden gizliye kendini suçladığın bir konuyu düşün, (bulamıyorsan şöyle bir ipucu verebilirim: genelde birini bir konuda suçluyorsan, o aslında kendi kendini suçladığın bir konu olmasın?). Suçun gerçekten nedir? Sence cezası ne olmalıdır bu suçun? Cezanı nasıl çekmeni sağlayabiliriz? Cezanı çekip bitirdiğinde, sence nasıl devam edebilirsin hayatına, sence nasıl hissedersin?

Bir sonraki konu: Ölüm, yokolma, kaybetme korkuları ile tüketim / tükenme arasındaki ilişki.

18 Aralık 2024 Çarşamba

Tüketmeyi körükleyenler: Acıdan kaçmak

Canım çok acıdığı için, acıyı daha fazla hissetmemek için, aklımı dağıtmak, kendimi mutlu etmek için yemek / aburcubur yiyorum, acı çektiğim için alışverişe çıkıyorum, sosyal medyada aklımı dağıtıyorum, canım acıdığı için bir ilişkiden öbürüne geçiyor, o insanların beni mutlu hissettirmesini istiyorum, canım çok acıdığı için herşeye ve herkese sinirliyim, acı nedeniyle başkalarını da acıtmak istiyorum... 

Ne çok duyarız bunları.. Bazen kendimizi de aynen bu hislerle yakalarız. Açık açık söyleyemediğimiz belki de şudur: Canım çok acıyor ve ben o acının dinmesi için, kendimi hissizleştirmeye çalışıyorum, bu nedenle de birşeyleri - çoğunlukla da kendimi - tüketiyorum..... Daha başka birşey yapabileceğimi bilmediğim için, tüketiyorum, tükeniyorum... 

Peki acıyla başa çıkarken tüketmemenin / tükenmemenin bir yolu var mıdır?

Van Gogh, 1890.

Bunu sormadan, durup, önce "acının doğası"nı anlamaya çalışalım mı?

"İnsan yaşamının 3 büyük kabusu vardır: acı çekme korkusu, suçluluk duygusu ve ölüm korkusu. Üçünün de çözümü kabul etmek ve metanetle yaşamaktır. Acı çekmek; acıdan ders alarak büyümektir ve büyümek / kendi sınırlarını aşmak ve ileriye gitmek, insan yaşamının biricik anlamıdır" diyor 3. Viyana Psikoterapi okulu ve Logoterapi kurucusu Viktor Frankl. 

Acı çekildikten ve bittikten sonra, geriye dönüp "evet çok öğretici bir süreçti" demek, elbette acıyı çekerken hissettiklerimizi "öğrenme süreci" olarak tanımlamaktan çok daha kolay.... O anda insanın aklında tek bir soru oluyor: "ne zaman bitecek......?" ve acı süreci uzadıkça ya da yoğunlaştıkça, insan acı duymamak için, neredeyse "hiçbir duyguyu duymamayı" bile tercih eder hale gelebiliyor..

Daha da beteri, bir defa canımız acıdıysa, artık o noktadan yaralıyız demektir. Yani eğer acıyla ilgili bir travman varsa, ileride yeniden acı çekmemek için mümkün olan her yolu dener, hatta mümkün olmayanları bile denemeye çalışırsın.... Acıdan kaçabilmek için, bazen insan öyle ileriye gider ki, kendi acı çekmemek için çevresine acı verir, bunu umursamaz hatta bir davranış haline bile getirir. Daha "içedönük" kaçınmalarda ise, özellikle maddi tüketimler, bağımlılıklar, takıntılar ve kendine zarar verme davranışı olarak kendini tüketmeler görülür.. Biraz deştiğimde, bu tür davranışları gösteren insanların her birinde ciddi bir acının iyileştirilmemiş travmasını buluyorum.. Ve "iyileştirme" görevi sırasında, adım adım şu yoldan yürüyorum:

1). Viktor Frankl: "Yaşamak, acı çekmek demektir" der. Ve ekler: "hayatta kalmak, acıda bir anlam bulmak anlamına gelir". Acıdan kaçınmak, yaşamı sadece mutlulukla ve güzel duygularla özdeşleştirmek, sürekli mutluluğu aramak ya da peşinde koşmak, hem gerçekçi değildir hem de insanı mutsuz eden bir numaralı nedendir. Acı ile mutluluğu bir bütün olarak görmek ve birbirlerini tamamlayan ve sürekli birbirlerini tekrarlayan bir patern olarak kabul etmek, bizi acıya karşı güçlü kılar.

2). Bir acı (fiziksel / psikolojik) çekilecekse, onu senden başka kimse üstlenip çekemez. Acıyı acı yapan da zaten bu kavrayış ve beraberinde gelen "haksızlık" dıygusudur. Bu nedenle, acıdan kaçmak imkansız olduğunda onu sadece senin yaşayacağını kabullenmek ilk adımdır. O acıyı kimse senin gibi çekemez, bu nedenle de kimsenin seninle birlikte çekmesini, seni anlamasını bekleme. "Neden benim başıma geldi?" sorusunun cevabı herkes için aynıdır..

3). Acı (fiziksel / psikolojik) çekerken, bunun eninde sonunda bir an biteceği bilinmelidir. En büyük acılar bile bir an gelir, biter. Vücudumuz, yüksek bir acı noktasında kendisini kapatmaya (bilinç kaybına) programlıdır. Psikolojik acılarda ise; içe dönme ile (depresif ruh hali) ya da tamamen tersine, öyle bir acı hiç yokmuş gibi davranarak kapatır kendini insan. Fakat aynen bilincin uzun süreli kapanması nasıl tehlikeliyse, kişinin kendini psikolojik acıya kapatması da tehlikelidir. Kişi acıyla yüzleşmelidir. Acıyı başı ve sonu olan bir süreç olarak görebilirsek, bu süreçten daha olgun ve "dersini öğrenmiş" olarak çıkabiliriz. Bu sürecin tekrarlayan yapısı da kabullenildiğinde, kişi acıyı "yönetmeye" başlar ve altında kalmaz. Acı; kaçınılmazsa, insanı büyüten bir yaşam dersidir. 

Bu noktaları layıkıyla anlayabilen bir insan; acıdan korkmaz ve onu tükenmeden / tüketmeden yönetebilir. diye düşünüyorum... Bilmem sen ne diyorsun; acı çekerken tükenmemek için senin yöntemlerin neler?

Meraklısına: Vücudumuzdaki ağrılar ve psikolojik karşılıkları..

Bir sonraki konu: Tüketmeyi körükleyenler: Kaybetme ve ölüm korkusu.

... dedim ama düzeltiyorum. Önce bir "suçluluk duygusu"nu alalım mı? Geliyor birazdan..

16 Aralık 2024 Pazartesi

Tüketmeyi körükleyenler: Çocuk sahibi olmak ;)

Bazen youtube'ta minimalist evlere / yaşamlara denk geliyorum. Hepsi birbirine benziyor. Yalnız yaşayan bir adam ya da kadın; zen felsefesi, minimalizm, denge konularında guru olmuş, bizi de bunun ne kadar kolay, zahmetsiz, keyifli bir yaşam olduğuna ikna ediyor. Katılmıyor değilim, ben bana kalsam, ben de bambaşka bir şekilde tasarlardım hayatımı. Fakat çocuklarla yaşadığın anda; minimalizm, zen, sakinlik ve sessizlik "mümkün" olmaktan çıkıyor ve "hayal" oluyor bence.. 

Youtube videolarındaki sessiz hafif rahatlatıcı geri plan mûsikîlerinin aksine, çocuklarla dolu bir evde, sürekli şöyle bir uğultu oluyor:

- “Anneağğğğ ayıcıklı tokamı, mavi simli blüzümü, spiderman’li tshirtümü, yere düştüğü halde almaya üşendiğim ve yatağın altına iteleyiverdiğim öz be öz burnumu, o burnumdan beynime kadar soktuğum parmağımla sondaj yaparken çıkanları bulamıyoruuuuum!” ---> “Te Allahım aç kollarını sana geliyorum; bekle geleceğim ama yolu bulamıyoruuuum..”

- “Karıcığıııım üç sene önce alıp çekmeceye attığım ve unutup gittiğim çizgili lacivert kazağımı, beni deli dürttüğü için, bu sabah giymeye kalktım ama bulamıyoruuuum!” ---> “Gözünle bak kocacığım, gözünle. Üst kattaki dolabın sol gözünün alttan üçüncü çekmecesinin sağ tarafında, beş sene önce alıp hiç kullanmadığın kemerin hemen önünde duruyor, gözünle baaaak”

Şimdi bunun hangi birine “Az çoktur evladım” ya da “Kocacığım anları biriktirelim, eşyaları değil”le cevap verebilirsin, soruyorum sana. 

Peki ya gözlerini kocakoca belertmiş, en tatlış sesiyle “Anneeeeeaaaağ legami yeni set kalem çıkarmış hemen alalım mı n’oooolur n'oolur” diyen kapitalist yavruya “evimiz bir yaşam alanıdır, eşya biriktirmek için yapılmış bir depo değildir” demenin hassas ve tehlikeli sonuçları?!

Evde futbol ⚽️ ve o vazo.. pfft.

Aynı evde biri kapitalist biri sosyalist iki uç evlat yetiştirirken yaşananlar peki? “Bu beniiiiim hayır ikimiziiiiin, hayır benim oooo, anneaaaaağ” ---> “evladım o ikinizin de değil; benimdi o ayol, 11 sene önce benimdi hühühü”

“Bi ferahla bi nefes al, 4’e dek say, yavaşça ver, yaaaa gördün mü, bir nefesi bile içimizde tutamıyoruz işte, hayatın anlamı almak ve geri vermek demek ki” diyen Youtube gurusuna el salla! Hazır elini sallamak için kaldırmışken ziyan olmasın, bir de tokat aşket.  

Fakat umutsuzluk yok! İsteyince vallahi oluyor. Tek bir adımı var üstelik, şu soruya doğru cevabı verebilmek:

İhtiyaç duyduğun şey gerçekte ne?

benim misal bu. şaka şaka. 
ihtiyacım olan bu fotoğraf içindeki "sakinlik ve sessizlik" duygusu..
Bu duyguya bu evi satın almadan nasıl sahip olabilirsin peki?

Şu önemli; bazen ihtiyacımız olmadan alıyoruz.. Başka bir şeye açlık çekerken, onu maddesel bir ihtiyaçla karıştırıp, içimizdeki o boşluğu doldurmak, yaşamımıza dair bir yanlışı düzeltmek için de alıyoruz. Ve buna 'amaaan beni mutlu ediyor ya, alım gücüm de var, kime ne' gibi kılıflar uyduruyor, hep yeni'nin peşinde koşarken, yeniye yer açmak için eskiyen ve vasıfsızlaşan bir şeylerden de vaz geçmemiz gerektiğini unutuyor, dolduruyor da dolduruyoruz.. Sonra da 'her şey üstüme üstüme geliyor bu sıra' ya varıyoruz... Ama hayat böyle dolmuyor, boşluklar kapanmıyor.. İhtiyacımızın gerçekte ne olduğunu anlamaya çalışmak bu nedenle çok önemli... Ruhumuzdaki o eksiklik ne...?

Bazen de kendimize değil çocuklarımıza yönelik oluyor bu ihtiyaç.. Sürekli çocuklarımız için alışveriş yapıyoruz; kıyafetler ve oyuncaklar olabilir ama entelektüel bir kılıf içinde kitaplar, "iyi bir eğitim", kurslar, aktiviteler de olabilir. Sürekli bir yetersizlik hissi, daha iyi anne olma isteği ve daha iyi'nin yanlış tanımlanması duygusu da olabilir.. Maddiyat değil maneviyat anlamında da; sürekli çocuğa kol kanat germek, onun uçmasını engellemek.. Ruhumuzdaki eksikliği bulmamız lazım..

Bir de şu var, sen tüm bu eksiklikleri gidermiş, minimalist ve anti kapitalist bir insana dönüşmüş olabilirsin ama;

Ya birlikte yaşadığın insan toplayıcı / biriktirici / maksimalistin önde gideniyse?!

Misal benim ailem... Bir minimalist olarak, bir (de değil üç tane) maximalistle yaşamak tam bir kabus! Nasıl başa çıkıyorsun dersen; biriktirme alanlarını sınırladım! Herkese 30x40x40 boyutlarında birer kutu aldım ve o kutuya ne koyduklarına (fotoğraftır, anı eşyasıdır) asla karışmıyorum, keza kıyafetlerine ayakkabılarına da asla karışmam (eşim kıyafetlerini kendisi alır ve bu nedenle misal benimkinin 3 katı ayakkabısı vardır :) Karışmam. Dolapta ve ayakkabılıkta (hepsi kapaklı, en azından dıştan minimalist bir görünüm veren dolaplarda) yer bulduğu sürece. Kızımla oğlum zaten büyüme çağında, her 6 ayda bir kıyafetler ayıklanıyor, yeni kalanlar veriliyor / eskiyenler atılıyor ve bahsettiğim “minimalist gardrop” listesine göre yenileniyor. Mis.

Biriktiricilerin en beter huyu olan “Hatıra değeri olan eşya ve U.F.O’lara gelinceeee. Orda işte çelik gibi sinirler ve kararlılık ve son çare olarak da içten pazarlıklılık gibi üstün nitelikler gerekiyor :))) Örnek vereyim: Sevgili maksimalistimiz bir koca kutu “hatıra” biriktiriyorsa, ikinci kutuyu asla vermiyorum. Ağlasın mızıklansın ı-ıh. Iron-Lady iptidai otorite C.! Birine versem diğerleri tepeme biner, ev olur çöp ev. Hayır.

Onun yerine, “hayır herkesin birer hatıra kutusu var. Düzenle, azalt, yer aç ve bu kutuya sığdır” diyorum. Buna uymazsa da vallahi çaktırmadan atıyorum (içten pazarlıklılık dediğim bu) :P Fark etmiyor bile! Zaten maximalistler sonunda neleri var neleri yok bilmedikleri için, sorun olmuyor! :))) Kırk yıl sonra birşeyini hatırlayıp ara ara bulamazsa da, valla diyorum ki: “o kadar çok eşyan var ki bulamıyorsun işte!” Halbuki çaktırmadan atmışım :)) Kötü müyüm evet, pişman mıyım hayır!

İşte böyleeee. Benden bunlar çıktı. 

Günün alıştırması: peki sen; minimalist misin maximalist mi, sen neler yapıyorsun bu konularda? Var mı önerilerin, ekleyeceklerin? Ya da kirli sırların, burda söyleyip bizi güldüreceğin? 

Bir sonraki konu: Olumsuz duygularla mücadele.. Tüketmeyi körükleyen en önemli olumsuz duygulardan biri; acıdan kaçmak için satın almak, biriktirmek, toplamak. Ne yapabiliriz?

Fotoğraflar: housebeautiful.com

12 Aralık 2024 Perşembe

Bazen de dibine dek tüketmek gerekir....

Hayatta bazı şeyler var sevgili blogdaşım, bunları sonuna dek götürmek gerekir.... Tüketinceye, tek bir damla bırakmadan, tamamen bitirinceye dek. 

Maddiyata dayalı örneklerle başlayayım: Yemek mesela. Önünüze konan yemeği lütfen bitirin. Bazı kültürlerde, yemekten ufak bir parça bırakılır tabakta. Bu "çok teşekkür ederim, doydum" anlamına gelir ve tabağın sıyırılması büyük görgüsüzlük ve doyumsuzluk olarak düşünülür. Yanlıştır diyemem, kültür sonuçta. Fakat bence yemeğin tek ya da en çok iki çeşit, yenecek miktar gerçekçi düşünülerek yapılması, tabaklara küçük porsiyonlarla konup ikram edilmesi ve bitirildiğinde yeniden küçük bir porsiyonla desteklenmesi çok daha doğru bir davranış. 

Şu dünyada en nefret ettiğim şeylerden biri; senin yemen için öldürülmüş bir canlının sen yemeye tenezzül etmediğin için çöpe dökülmesi.... Bunu bulamayan Afrikalı çocuklar konusunu geçtim ama bu tür “yaşamın israfı” beni çok öfkelendiriyor. Bunu yapacağıma az çeşit ve küçük porsiyonla misafirlerin "aa ne kadar cimri kadın, azıcık verdi ayol" demesi riskini göze alıyorum - ki bunu diyecek misafiri de neden evime davet edeyim en baştan :)

Maneviyata dayalı bir örnekle devam edeyim: Aşk mesela. Eğri oturalım doğru konuşalım; aşkın bir kullanma tarihi var ve bir gün bitiyor. Daha doğrusu şanslıysak sevgi ve saygıya dönüşüyor, şanssızsak bıkkınlık ve hatta öfkeye. O nedenle aşıksan, aşkı sonuna dek tüketmelisin diye düşünüyorum, bu şans bir daha eline geçmeyebilir. Elalem ne der, aman kendimi tutayım, sevgimi böyle açık etmeyeyim yerine, sonuna dek git derim. Kızıma da diyeceğim aşık olduğunda :) Çünkü vallahi aşk kadar insana iyi gelen ne var? Hiç.

Hem maddi/hem manevi bir örnekle bitireyim: Gözyaşları mesela. Bunu da kesinlikle sonuna dek tüketmeliyiz. Hani derler ya: "gözümde yaş kalmadı". O raddeye dek dökmeliyiz içimizi, gözlerimizden dışarıya. Yasımızı tutmamalıyız içimizde, o gözyaşları çünkü içe dönerse ruha ve tüm organlara zarar veriyor ve günün birinde yaş değil kuru olarak bir yerden çıkıyor; misal tümörler olarak... O nedenle içimize içimize değil, gerekiyorsa hönküre hönküre ağlamalıyız ve her şeye ağlayabilmeliyiz bir çocuk gibi özgür ve içten. Ağlamak ayıp değildir, aksine insan olmanın nadir farklılıklarından ve tanrısal bir armağandır......!

Diyor ve günün ödevini veriyorum hazır mısın? :) Bir önceki yazıda yanlış anlaşılmışım. Günün ödevi tamamen içsel, elbette yazmak yorum yapmak zorunda değilsin.. Dün sevgili Hülya’ya da yazdığım gibi: “bu içine attığım bir tohum, ilgi gösterirsin yeşerir büyür, ilgini çekmez, yeşermez, zamanını bekler” :)

Bu sene 1 tanecik akşam sefası tohumu alabildim..
Belki yeşerir?

Günün ödevi: Düşün bakalım, kolay ağlayabilir misin? Ağlayamadığında vücudunun neresinde hissedersin o "boğum"u? Neden ağlayamazsın sence ve değer mi bu "neden"e?

Bir sonraki konumuz: Tüketimi ve tükenmeyi körükleyen durumlar; misal çocuk sahibi olmak.

11 Aralık 2024 Çarşamba

7 Soruda yaşamınızın anlamı :))

Aralık'ın en karanlık günlerindeyiz.... Tam varoluşsal sancılara ayırılacak günler... En son demiştik ki; yaşamınla ne yapmak istediğini hâlâ bulamadıysan, sana yardımcı olabilecek 7 sorum var.. İşte soruyorum hazırsan, al bir kağıt kalem, yaz bana ya da sadece kendine.. Tabii ki çay / kahve ya da şarap eşliğinde ;))

Önceden uyarayım, uzun uzun düşünmeni istiyorum, o nedenle zaman kısıtlaman yok, istersen her bir soruya bir gün ayır. Ya da ilk aklına geleni yaz, çünkü insanın ilk aklına gelen belki de en içindeki, en dürtüsel cevabıdır? Bakalım neler bulacaksın..

1. Ne için acı çekmeyi göze alırsın? Nedir sana "haykıracak nefesim kalmasa bile..." dedirtenler? Psikolojik ya da fiziksel acı olarak düşünebilirsin bunu.. Tabii ki evladım ailem vs. demek yok, onlar zaten hepimizin cebinde. Ama "senin için", tüm kimliklerinden sıyrılarak sadece çırılçıplak kendin kaldığında nedir uğruna acı çekmeyi hatta belki de canını vermeyi göze alacakların? Dikkat: birden çok madde istiyorum evet ;)

2. Olabildiğin ennnn mükemmel halini düşünmeni istiyorum. Bu nasıl biri? Neler yapıyor, kimlerle birlikte, nasıl görünüyor, nelerle uğraşıyor, nasıl bir karakteri var? 

3. Sosyal medya ya da diğer iletişim araçları hiç olmasaydı ve kimsenin kimseden haberi olmasaydı. Yani kendini diğerleri ile karşılaştırma ya da kıyaslama gibi bir durumun hiç olmasaydı, kimseye de kendini kanıtlamak ve beğendirmek, kabul ettirmek hatta sevdirmek zorunda olmasaydın; yaşamında bazı şeyler farklı olur muydu? Evetse, neler farklı olurdu? 

4. Doğal yeteneklerin sence neler, nelerde iyisin? Neleri diğer insanlara kıyasla daha kolay, daha zahmetsiz ve severek, eğlenerek, içinden gelerek yapabiliyorsun?

5. Ahhh en sevdiğim; sence idealindeki "rutin bir gün"ün nasıl akardı? Yine aynı insanlarla, aynı iş ile, aynı sorumluluklarla olduğunu unutma ama! Hayalindeki farklı bir yaşam değil, sahip olduğun yaşam aynı kalırken, olabilecek en ideal rutininden bahsediyorum..

6. Ölüm döşeğinde yattığını düşün. Şu ana dek yapabildiklerini düşünerek, sence senden geriye "iyi anlamda" neler kalacak? Neyinle, gerçekten yaşadığın hangi hatıralarınla ya da şu an sahip olduğun hangi özelliklerinle hatırlanmak istersin?

7. Ömrünün en karanlık anında, Boğaziçi Köprüsündesin ve atlamak üzeresin. Ben yapmam deme, o noktaya geldin, yapmak üzeresin... Nedir seni tutan? (Yine çocuklarım demek yasak!)

Bu soruları biraz düşünüp, gerçekten samimi cevaplarsan aslında yaşamının anlamı, senin için neyin önemli olduğu apaçık görünecek sana... Bakalım neymiş :) Belki yazar paylaşırsın. 

..

Bir sonraki konu: Ters köşe yapalım mı? Yani bir de tersinden bakalım, belki bazen tükenmek / tüketmek de gerek bazı şeyleri...... Ya da "dibine dek kullanmak".