20 Aralık 2023 Çarşamba

Kendini DE sevmek: Son

2023 konusu olarak zor bir konu seçtim, kendimi de zorladım gerçekten enine boyuna düşünmek ve kendimi bir iğne boyu olsun geliştirebilmek için bu konuda. Çalıştığım ana temaları şöyle özetledim bak:

Tabii bunların alt temaları, şeytanın ayrıntıda gizli olduğu noktaları var ama genel anlamda sanırım şu çizelgeyi layıkıyla başarabilirsek, kendimizi de layıkıyla sevebiliyoruz diyebilirim.. 

Kendini sevmek, baştan belirttiğim gibi DE eki olmaksızın çok yanlış bir noktaya gidiyor. Özellikle sınırsız özgüvenin narsistik kişilik yapısına hızla evrildiği şu çağımızda, herkesin ama özellikle de hiçbir özelliği ve artısı olmayanın kendini en çok beğenen olması ve bunu sosyal medya yoluyla haykırması, sürekli bir "görün beni, beğenin beni" ihtiyacıyla çevrelenmiş kitleler olmaya doğru hızla gidişimiz beni üzüyor evet.. O nedenle, kendinizi de sevin derken, öncelikle insanı, insan olduğu için sevin diyorum. Bu anlamda "önce kendinizi sevin"cilerden ayrılıyor, "önce hümanizm" diyorum.. Çünkü bir insanı yanlışıyla, hatasıyla, kötü yönleriyle de sevebilirsek, onu anlamaya ve kabul etmeye uğraşırsak, o zaman kendimizi de kötü yönlerimizle, başarısızlıklarımızla, hatalarımız ve zayıflıklarımızla kabul edebilir, anlayabilir ve sevebiliriz. Benim düşüncem bu, elbette doğru olan budur demiyorum. Bütünden parçaya inmek, parçadan bütüne ulaşmaktan çok daha kolay geldiği için böyle düşünüyor da olabilirim :)

Umarım bu 12 yazılık macera hoşunuza gitmiş, sizi düşündürmüş, sorgulatmış, belki de yeni alışkanlıklar kazanmaya motive etmiştir. Bu konu benim için bitmedi, daha yolun başında olduğumu biliyorum. Bakalım 2024 bana neler getirecek ve kişisel gelişimim, sorgulamalarım, anlam bulma arayışım ve ihtiyacım nasıl evrilecek :) 

Herkese güzel bir sene dilerim. Aralık 2024'te görüşmek üzere! 

19 Aralık 2023 Salı

Kendini DE sevmek - 12: Stres Anlarını Yönetebilmek

Bu yazıda doğru beslenme, uyku, spor, ekransızlık, dostluklar, zaman yönetimi gibi klasik yöntemler yok... Bu yazıda sıcak bir duş al, bir bitter çikolata at ağzına, anda kal gibi öneriler de yok. Çünkü onların hepsini zaten sağır sultan bile biliyor. Bu yazıda, kendi içimizdeki fırtınaya odaklanacağım ben, çünkü o dinmeden ne yaparsan yap, boşuna....

Klasikler, her zaman ve koşulda işe yaramayabilir..

Stres anları herkes için farklı; kimi kaya gibi durabilir, kimi kum gibi dağılabilir. Kimi güçlü olduğunu sanarken, en ufacık bir rüzgarda yerle bir olabilir, kimi kaldıramayacağını, hayatta kalamayacağını sandığı anlardan büyük bir metanetle çıkabilir. Stres herkesi farklı etkiler. Ve herkesin stresle mücadele yöntemi de farklıdır. Dolayısıyla kimine "anda kalmak" iyi gelirken, kimi oturup sayfalarca "plan program yapmak" isteyebilir, bir diğeri "geçmişi irdeleyip ders çıkarmaya" çalışır.. Kimi mizaha başvurur, kimi duaya, kimi arkadaşlarına, kimiyse "aklını anlık şeylerle oyalamaya ve dağıtmaya" çalışır.. Dolayısıyla stres anlarını yönetmek, son derece bireysel ve herkes için değişen bir anlama gelmektedir.

Fakat tek bir yöntem herkes için işe yarıyor; kendine acımak, kendini suçlamak ve cezalandırmak yerine, kendine şefkat göstermek, anlayışlı yaklaşmak ve her koşulda inanmak, güvenmek ve emin olmak. Çünkü eğer stres anlarında bir de kendinle savaşıyorsan, o savaş asla galibiyetle sonuçlanmayacaktır...

Tüm yöntemlerden önce "durmak" ve "sakince durumu değerlendirmek" gerekir. Konuşan içses negatifse, onu susturmak ve yerine "mantıklı düşünceyi" koymak gerekir. Duruma göre saldırmamız mı, kaçmamız mı gerekiyor, onu hesaplamak ve zaman kaybetmeden eyleme geçmek gerekir. Eğer yapılacak hiçbir şey yoksa, yani çaresizsek de, bir an önce kabullenme aşamasına geçmemiz gerekir. Mızmızlanmak ve kendimize acımak eğer kısa sürecekse yararlıdır çünkü mızmızlanmak da insana "dur ve dinle, seni rahatsız edeni dile getir ve yardım iste" demektedir. Ama sürekli mızmızlanmak, kendine acımak, pasif çaresizlik; bunlar uzun vadede bir de kişilik kalıbına dönüşürse, stres anlarını yönetmek mümkün olmayacağı gibi, "hayat olumsuz, karanlık, yalnız bir yer" yanlış kalıp yargısına erişmeye neden olur ve o noktanın geri dönüşü de çok zordur... 

Dolayısıyla, stres anlarında kendimize öz şefkat göstermek, kendimizi dinlemek ve iç sesimizi olumluya çevirmeye çalışmak, kendimize güvenmek, inanmak ve "önceki stres anlarından nasıl çıktığımızı hatırlamak" gibi yöntemlerle motivasyon vermek en birincil görevimizdir. Zaten biz kendimize güvenirsek, gücümüzü yeniden kazanmaya başladığımızı görecek ve kendimizi güçlü hissettiğimiz anda da karşı saldırıya geçip, bu savaşın galibi olacağız... O zaman ilk adım; kendimize acımayı bırakıp, bu "problem"i nasıl çözebileceğimize ya da çözümsüzse de, bu kısırdöngüden nasıl çıkabileceğimize odaklanmak.. Gerisi biraz öz şefkat ve sabırla, mutlaka gelecektir..

Yarın: Sonsöz :)

12 Aralık 2023 Salı

Kendini DE Sevmek - 11: Sınırlar

Mükemmelliyetçiliğin ikiz kardeşi. Mükemmelliyetçilik ile ortak noktası "bu dünya bensiz dönmez" ile "ben bir hiçim, kimse beni önemsemiyor" arasındaki fırtına. Narsisizm ile Düşük Özgüven nasıl ikiz kardeşse, Mükemmelliyetçilik ile Sınır Koyamamak da öyle... 

"Bir iş, onu gönüllü ve iyi yapanın üzerine yapışır" diye bir söz duydunuz mu? Duymadıysanız da deneyimlediniz mutlaka: "yahu ikimiz de çalışıyoruz, neden yine de her gün ben yemek yapıyorum?" sorusuna verdiğin yanıt: "ben iyi yapıyorum, hızlıyım, üstelik temiz çalışıyorum. O yapsa bir de mutfağı temizlemem gerekecek.. Boşver yapıvereyim."

Yapıvereyim, edivereyim, halledivereyim.. Nasılsa ben daha hızlıyım, daha iyi yapıyorum, benim için yük değil ve bir gün bakmışsın ki hasta halinle, ateşli, ayakta duramaz halinle kendi kendine çorba yapan yine sensin... Bu noktada bunun tamamen karşı tarafın suçu, tembelliği, yeteneksizliği olduğunu kim iddia edebilir? Belki de sen sürekli görevleri üstüne aldın, başkalarına fırsat vermedin, e serde mükemmelliyetçilik de var, başkaları da "senin kadar iyi" yapamıyor ne de olsa... 

Bu noktada yakalıyorsan kendini sık sık, sınır koyma konusunda sorunların olabilir. Sınır koymak her zaman karşındakine yönelik bir ketleme değildir. Bazen kendi kendini de durdurman, sınırlarını gözden geçirmen gerekir. Bu özellikle ilişkilerde "sürekli verici taraf" olmamak için ve senin de "verdiğin kadar almaya, talep etmeye hakkın olduğunu" kabul etmek için, önemli.

"Kendinde hak görmek" burada kilit nokta. "Ben seni tutmuyorum ki, sen kendi kendini tutuyorsun" sözünü sık duyuyorsan, "ben sana yap demedim ki, sen yapıyorsun" diyorlarsa, ya da sen kendi kendini paralamış ve yorgun düşmüşken içindeki o ses "bir teşekkür bile etmediler, bir isteğin arzun var mı demediler" diye mızırdanmaya başlamışsa, öce dönüp içine bakmalı ve kendine "ben neden kendimde alma, talep etme hakkını görmüyorum" demelisin. 

Bunun genellikle toplumsal rollerle, norm ve kurallarla çok ilişkisi oluyor. Ayıp olur, aman ben söylemeden anlasınlar, dile getirilmez şimdi, ne olacak yapıvereyim elime mi yapışır... gibi kalıpları hayatından çıkartmakla başlayabilir, "Bir işi başkası da senin kadar (dikkat: iyi kelimesine gerek yok) yapabiliyorsa, ona bırak" kuralını uygulamayı deneyebilir, benim de hayatta herkes kadar tembelliğe, boşvermişliğe, aylaklığa hakkım var diye düşünmeye başlayabilirsin.

Çevrendekilere sınır koymak, kendine koyduğun sınırları gevşetmek, kişiler arası sevgiyle direkt alakalı olmasa da, öz sevgiyle çok yakından alakalıdır.. Kendini de sevebilmek için, sınırlarını mutlaka gözden geçirmeni, hem gevşetmeni ve hem de güçlendirmeni tavsiye ederim. 

:))) kuvvetle muhtemel..

Yarın: Stres anlarını yönetebilmek

11 Aralık 2023 Pazartesi

Kendini DE Sevmek - 10: Mükemmelliyetçilik

Mükemmelliyetçilik hem başkalarını hem kendini hem yaşamı sevebilmenin önünde duran en büyük "kaya"lardan biri sanırım. Maalesef hem kişilik yapısıyla (dolayısıyla genetikten getirilen) hem de öğrenilen bir davranış, tutum ve inanç konusu olduğu için, çalışılması en zor konulardan da biri. Ama zor olması imkansız olması anlamına gelmiyor, en azından içimizdeki mükemmelliyetçiliği bazı konularla sınırlamayı, ehlileştirmeyi, bize ve çevremizdekilere zarar verdiği noktalarda dizginlemeyi öğrenmek, çok da zor değil.

Kendini sevme bazında ele alırsak, mükemmelliyetçilik maalesef içses ile ortaya çıkıyor. Bu konuda şurada yazdıklarımı tekrar etmeyeyim, ek olarak sadece şunu söylemek istiyorum. Mükemmelliyetçilikten muzdaripsen, kendine sırayla, tek tek, yavaş yavaş, üzerinde düşünerek, şu soruları sormanı isterim:

Mükemmellik ne demek?
Sana mükemmel olmak zorunda olduğunu söyleyen kim? 
Ona neden bu kadar inanıyorsun?
Yaptığın iş mükemmel olmazsa / olmazsan ne olur?
Çevrende hiç "mükemmel" insan var mı? 
Yoksa, sence neden yok? 
Varsa, onun yanındayken kendini nasıl hissediyorsun? 
Mükemmel olmak yerine "ne olmak" sana gerçekten mutlu hissettirirdi?

Bugünkü yazımız bu kadar.. Bu konuda düşünmeni isterim.... Cevaplar sende.


Yarın: Sınır koymak

10 Aralık 2023 Pazar

Kendini DE sevmek - 9: AMA yerine VE Yöntemi

Kendini sevme alıştırmalarında en sık kullandığım yöntemlerden biri de "Ama yerine Ve bağlacını kullanmak" yöntemi.

- Ben aslında çok zekiyimdir ama dikkat etmiyorum. / Ben zeki ve dikkatsiz biriyim.

- Eşim beni çok seviyor ama bunu göstermeyi bilmiyor. / Seviyor ve (bazen) gösteremiyor.

- Aslında kalbi temiz ama sinirli işte. / Sinirli ve kalbi temiz biri.

- Aslında çok güzel kız ama kilolu. / Kilolu ve çok güzel bir kız.

- Aslında çok eğlenceli biri ama ukala. / Ukala ve eğlenceli biri. 

Bu örneklerde dikkat çeken şu; ilk cümlelerde örnek hep olumsuz sıfata yüklemle bitiyor, dolayısıyla ilk bölümdeki başarı ne olursa olsun bizim aklımızda kalan yetersizlik, başarısızlık gibi olumsuz sıfatlar. Bu otomatik olarak beyni olumluyu önemsizleştirip olumsuzu pekiştirerek kaydetmeye koşulluyor. 

İkinci cümlelerdeki "ve" bağlacı ise, beynin bu iki sıfat arasında seçim yapmasını engelliyor. Çünkü bir insan sadece "siyah" ya da "beyaz" değildir, insanlar tüm duygu, davranış ve alışkanlıklarında duruma ve koşullara göre seçimler yaparlar. Bu insanları "renkli" ya da birbirlerinden farklı kılar. Dolayısıyla "güzel AMA şişman" dediğimizde tüm şişman insanların çirkin oldukları yargısıyla hareket ederiz ve beynimiz bir süre sonra bunu "otomatikleştirmeye" başlar. Oysa bazı insanlar şişman, bazıları zayıftır, bazıları uzun, bazıları kısadır ve bu sıfat "güzellik / çirkinlik" sıfatının yapışık ikiz kardeşi değildir.

Bu örneklerin bir benzerini de kendimiz için kullanıyoruz. Aslında yaşım için güzel sayılırım ama basenlerim çok geniş. O adamı çok sevdim ama o beni sevemedi. Çocuğumu çok seviyorum ama bazen beni çok yoruyor. Eşimle uyumluyuz ama bazen beni anlamıyor. Yine aklımızda kalan hep cümlenin ikinci yarısı, çünkü yüklem hep ama'dan sonraki ikinci yarıda. Fakat bu cümleleri "ve" bağlacıyla denediğimizde, en azından değer yargılarımız tek bir uca kaymamış, beynimiz her iki durumu da eşit algılamış oluyor. 

Eğer "AMA" kalıbını "VE"ye dönüştürmekte çok zorlanıyorsanız, bir önceki aşamada, cümleyi ters çevirmeyi de deneyebilirsiniz: Misal: "Eşimle uyumluyuz ama nazen beni dinlemiyor ve anlamak istemiyor" yerine "Eşim bazen beni hiç dinlemiyor ve anlamak istemiyor AMA aslında uyumluyuz" ya da "Aslında yaşıma göre güzel sayılırım ama basenlerim çok geniş" yerine "Basenlerim geniş AMA aslında yaşıma göre güzel sayılırım" gibi. En azından bilişsel açıdan beyin cümlenin ikinci yarısını daha "önemli" sayar... Bu da bir başlangıç olabilir.. 

Bunlar çok basit yöntemler ama beynin işleyişi de onu anlayan biri için oldukça basit. Beyin alışkanlıkların organı. Neyi öğrendiyse onu devam ettirmeyi seçiyor. Eğer olumsuz koşullamaya alışırsa, olumsuzları ayıklayıp görmeyi seçiyor ve hayatı olumsuza boyuyor. Eğer bunu fark edip bu çarka bir çomak sokar ve her sefer inatla onu AMA yerine VE kullanmaya zorlarsak ya da cümleyi ters çevirme oyununu oynarsak, bir noktadan sonra beynimiz ve iç sesimiz otomatik olarak bu oyunu kendi başına, bilinçaltından devam ettirmeye başlar. 

Kural yine aynı ve çok basit: bunu sürekli uygulamak, ta ki alışkanlık olana dek. Bir noktada otomatik VEler ağzımızdan çıkmaya ve bizi şaşırtmaya başlayana dek..

Yarın: Mükemmelliyetçilik

9 Aralık 2023 Cumartesi

Kendini DE sevmek - 8: Kendini ödüllendirmek

Dün çat çut, bolca "meli malı"lı cümle kurduktan sonra, içimdeki huysuz "iyi güzel diyorsun da, ben kendime ne ödül vereceğimi bilmiyorum ki.." diyor. Hatta sadece içimdeki huysuz mu, neredeyse tüm "kendini sev"ciler de bilmiyor olsa gerek ki, dönüp dolaşıp aynı şeyleri öneriyorlar: "sıcak bir banyo, yoga, sevdiğin bir yemek, alışveriş" 

?!? 

Yahu bu kadar sığ mıyız biz? Ya da bu kadar basit midir beyindeki ödül mekanizmasını harekete geçirmek?

Alışverişi ele alalım bak.

Sen alışveriş konusunda nasılsındır bilmiyorum, ben çok kötüyümdür. Benim için alışveriş tamamen "ihtiyaç giderme" odaklı bir davranış, şu eksik, bu alınmalı diyerek, son derece nadir çıktığım alışverişleri rekora koşar gibi 1-2 saatte halledip dönmelerimle ünlüyümdür. Bu bir yetenek evet ama aynı zamanda da bir "kaçış". Çünkü ben asla alışverişe "keyif için" çıkmadım, "vitrin bakmak" benim için "zaman kaybı". Bir listem vardır, hızla ve önceden de çizgisini beğendiğim dükkanlara girer, genelde kafamdakine %90 benzer birşey bulur, kaçarcasına çıkarım. 

Alışverişe çıkamadığım gibi, aynı nedenlerle biri için bir şey de alamam! Hediye vermek benim için kabustur; o insana kendisinin de akıl edip alamayacağı ne verebilirim ki? İnanın insanların birbirine hediye çeki vermesi ruhsuzluk sayılmasa, vallahi bence şahane bir çözüm :)) Bu yeteneksizliğimin nedeni bence yine "ne ödül vereceğimi bilmiyorum"dan başlıyor. Ne diğerlerine, ne de kendime, ne ödül verilir bilmiyorum ve iddia ediyorum insanların çoğu da maalesef benim gibi, özellikle de kendine karşı ne ödül verilir bilmiyor! 

Bu yazı için görsel ararken, "kendinize ödül verin" içeriklerinin tamamında "köpüklü banyo, yüz el bakımı, alışveriş ve (en beteri de) yeme içme" ödülleri dışında bir şeylere çok az rastladım! Bunları hem çok "feminen" buluyor ve bir erkeğin "dur kendime bir köpüklü banyo ödülü vereyim" diyebileceğine falan akıl sır erdiremiyor, hem de "yahu bu kadar sığ mı bu öz-ödüllendirme olayı?" diye hayal kırıklıklarına kapılıyorum! Özellikle "şunu al bunu al" son derece tüketim kültürü ve materyalizm kokuyor ve anında beni itiyor...

Mum yak, çay iç.. Peki? Sonra? Kendine çiçek al, o an google telefona reklam geçer: kır çiçeği 50TL :))

Sonra şunu düşündüm: Bu kadar sıradan olmak zorunda değilsin...

Düşün bakalım, birinden aldığın en güzel ödülleri hatırla, genelde maneviydi değil mi? Eşinin her seyahatte pasaportunun arasına bıraktığı notlar, kızının saçlarını tararken gözlerini kısışı, oğlunun yapış yapış öpücükleri, annenden duyduğun "sen iyi bir annesin" sözü, patrondan duyduğun "harika iş çıkarttın.." sözü.. Demek ki olay mum yakmak, oje sürmek değil senin için. Bunlar.. E o zaman "aracıyı aradan çıkaralım?" Yani sen kendi kendine de bunları yapabilirsin. 

Kim görecek, kim duyacak? Haydi geç bakayım aynanın karşısına :))) Aynada kendini gör ve kendine iltifat et: "şunu çok iyi yaptım bugün, bugün şu dediğim çok hoştu.." Bu kadar... Tabii ki anahtar kelime: süreklilik. Otomatikleşene ve alışkanlık olana dek.... 

Yarın: Kendini sevme alıştırmalarından bir diğeri; AMA yerine VE bağlacını kullanmak.

8 Aralık 2023 Cuma

Kendini DE Sevmek - 7: Kendini keşfetmek

Dün kendimizi gördük, bugünse "merakla inceleme"ye geldi sıra...

Sana sorsam: kendini tanımlar mısın? diye, ilk neleri söylersin? "Adım şu, şu yaşımdayım, işte mesleğim şu, yaşam ve ilişkilerimdeki rollerim şunlar..". Hâlâ bakıyorum "eee, sonra?" o zaman ne dersin? Büyük ihtimalle "şunu severim, hobilerim şunlardır.." Yani kendin hakkında o yaşına dek keşfettiklerini paylaşmaya başlarsın, şunu yapmayı severim, bundan zevk alırım, şunu öğreniyorum, şöyle bir şey hoşuma gidiyor.. gibi. Demek ki, kendimizi tanımlarken neyi sevdiğimiz önem arz ediyor..

Peki neden kendini keşfetmeyi bıraktın o zaman?

Çocukken öyle değildin... Çocukken her şeyi merak eder, sorgular, denemek ister, bazılarından korkar, kaçınır, yapmamak için kavgalar verir, bazılarını takıntı haline getirecek derecede sık yapar, aşırı zevk alır hatta kendini tehlikeye sokacak noktalara götürürdün hani? Ne oldu peki? Neden vaz geçtin?

Zamanım yok... Enerjim yok... İşte çocuklar, roller, sorumluluklar... 

Peki ya BEN?

Ne zamana dek kendini erteleyeceksin? Kendini görmeyi, tanımaya, anlamaya ve sevmeye çalışmayı?

Yeter artık procrastination yaptığın.. Yani ertelediğin, önemsizleştirdiğin, hasır altı edip kendini kendine unutturduğun... "Benim hiç bir yeteneğim, ilgim, hobim yok, işte kitap okurum, internette dolanırım..." bunları öyle sık duyuyorum ki depresyonla savaşan danışanlarımdan... Sonra 3-4 seans sonra bir bakıyoruz, ohooo, ne cevherler ne ilgiler var kazılmayı bekleyen... İlle hepsini iyi yapmak zorunda değilsin ki, belki gerçekten müzik kulağın yok ama bir müzik aletini elinde tutmak, omzuna asarak derse gitmek hoşuna gidiyor? O da bir şeydir. Ne dedik, mükemmelliyetçilik yok. Oyun var, keşif heyecanı var, yenilenme var.... 

Oyun çok büyük bir ihtiyaç bak; sadece çocukluk dönemi için değil, yetişkinlikte de çok büyük bir ihtiyaç.... Hayatla oyun oynamayı bilmek lazım, hayata bir oyun gibi bakabilmek, oynarken öğrenmek, eğlenmek lazım.... 

Bence erteleme, yap bir liste bugün: 

- Neleri yapmak bana keyif veriyor, yeni neleri deneyebilirim? Hep yaptığım bir şeyi, farklı bir şekilde nasıl yapabilirim? Hep gittiğim yoldan başkasını nasıl deneyebilirim? Haydi bakalım... Ufacık bir şeyi farklı yap ve ne hissettiğini anlamaya çalış, bence hoşuna gidecek..

en azından her günkü dolmayı farklı yap bir sefer ;)

Yarın: Kendine ödül ve hediye vermek, kendini kutlamak

7 Aralık 2023 Perşembe

Kendini DE sevmek - 6: Kendini görmek

Maalesef biz hümanistlerin ve empati yeteneği gelişmiş insanların en zorlandığı konulardan biri: Aynaya bakmak. Sadece metafor olarak kullanmıyorum bak; bazılarımız gerçekten evdeki aynalardan da gerektiği şekilde yararlanmayı bilmiyor. Üstelik bir de şu var: aynalarımız bizi kendimize ya sirklerdeki çarpıtılmış aynalar gibi gösteriyor, ya da diğerlerini görmek için rahatlıkla kullandığımız güzel gözlerimiz, iş kendimizi görmeye gelince, nedense sekiz derece hipermetrop kesiliyor!

Başkalarının içindeki ve dışındaki güzellikleri kolayca sayıp dökebilirken, kendimizi övmeyi bırak, nedense mütevazılıkta dünya kupasına oynuyoruz. Büyük olasılıkla yetişirken ebeveynlerimiz tarafından yeterince "bizim kız da süper canım.." diye her yaptığımız başkalarının gözüne sokulmamış Y kuşağı olarak yetiştirildik deseeeen, doğru ama hepsi bu değil. Sanıldığı gibi bir kuşak sorunu ya da ebeveynlik kusuru değil bu, bu bir yanlış ayna sorunu.. Görememe sorunu.

Son derece amatör ama her sefer doğru çıkan bir gözlemim var şu hayatta; bir insanın evinde ne kadar çok boy aynası varsa, kendini doğru görme şansı ve dolayısıyla kendine güveni ve sevgisi de o kadar yüksek! Ciddiyim. Ayna olduğu için mi güven yüksek, güven yüksek olduğu için mi aynalar bol keseden, onu bilemiyorum henüz ama onu da araştırıyorum bak :)) Fakat bu benim kişisel bir gözlemim. Boy aynası ile kendini görmek arasında bir bağlantı var.. 

Benim evimde 2 tane banyoda büst aynamız, bir de cımbızlı minik aynam var ve ben kendini görebilen biri değilim. Hiç değilim hem de. Tamam içimin güzelliğinden şüphem yok ama yeteneklerimden, başarılarımdan, becerilerimden bahsederken bana ne oluyor bilmem, aşırı derecede alçakgönüllülük müdür, "övünç" kelimesini aşırı "tiksinç" bulduğumdan mıdır nedir emin değilim, yok, dile getirmeyi bırak, düşünmek bile imkansız benim için.. Hemen şunlar dökülüyor ağzımdan: "Yetenek değil o bence, başarı sayılmaz, e zaten beklenen bir şeydi.." Ya da bir iltifat mı aldım, teşekkür et kabul et değil mi, yok ben illâ ki "hayır canıııım, o senin güzel görüşün" ya da direkt "aman saçmalama nerem güzel.." :))

Hep bir değersizleştirme, bir normalleştirme. Övünç sinirlerim alınmış gibiyim hayata karşı. Alçakgönüllülük ve mütevazılık öğretildi bizim nesile evet ama bu da sanırım şuna neden oldu; başarılarından mutlu olamama, gurur duyup kendinle övünememeye... Bu da "kendine ödül verememe" anlamına geliyor. Ben bunu da hiç beceremiyorum! Kendime ödül vermeyi bırak, ödülleri de hakkım gibi göremiyorum. "Bu hafta çok yoruldun, haydi bugün çık bir arkadaşınla ol" diyemiyorum ya da "bugün çok çalıştım, yarın tüm gün aylaklık edeyim" diyemiyorum.. Sürekli bir "görev bilinci, sorumluluk duygusu"... E peki ödüller, kutlamalar, gurur ve övünç?

Başkasının başarısını kutlar, onunla sevinirim, kıskançlığım özentim hiç yoktur içimde.. Ama kendime gelince.. E onlar normal, beklenen şeyler... Yoksa övünmek olur, övünmek kötüdür... 

Neden?

Övünmenin kötü olmadığını burada yazarken bile zorlanıyorum, neden sorusuna cevap bulamıyorum.. Bu henüz çözebildiğim bir kavram değil :) Ama burada ele almak istedim çünkü "çalışıyorum" ve bu önemli.. Vazgeçmedim! ;) Belki 2024 konusu yaparım!

Bak bu yazıda bile hep başarısızlığımı yazdım. Gel bir "devrim" yapıp olumlu bir şeyle bitireyim:

Bir alıştırma bana yardım etti bu konuda: aynada kendine bakma alıştırması. İlk yüzle başladım, kendime güzel bulduğum yüz hatlarımı gösterdim, sonra bir gün soyundum ve küvetin kenarına tırmanıp büst aynasından tüm vücuduma baktım :)) Çok komik bir durumdu ama hem 45 yaşımda ergen gibi vücuduma bakıyor oluşuma güldüm hem de ne bileyim, içimden bir gurur da geldi, şu yaşımda fena görünmüyorum ama görüntüden çok da işlevsellikten şükran duydum. Evet belki Türk kadınları olarak basenlerimiz geniş ama o geniş basenler sayesinde çatır çatır 2 çocuğu serum bile takılmadan normal doğurabildim, evet belki bacaklarım incecik değil ama bu sayede kilometrelerce yolu yorulmadan yürüyorum gibi... Hakikaten iyi geldi bu egzersiz bana. Arada danışanlarıma da yaptırıyorum, diyorum tüm vücudunu önce hata bulmak için tara, sonra iki derin nefes al, şimdi yeniden bir de güzelliği bulmak için tara... Bakıyorum onların da hoşuna gidiyor bu egzersiz.. 

Bence kendini sevmenin ön koşullarından biri kendini görmek. Kendine bakmak, kusur bulma demiyorum, elbet bulacaksın, insanız sonuçta ama güzellik de bul.. Çünkü çok güzeliz de her birimiz.. İnsan kendindeki yetenekleri, güzellikleri kutlamalı. Ve bu sadece güzel huylarımızı değil, direkt fiziksel bedenimizi de içermeli. Evet bu, kendimizi DE sevebilmek için, aktif çalışmamız gereken, önemli bir adım..

Çünkü hepimiz güzeliz!

6 Aralık 2023 Çarşamba

Kendini DE sevmek - 5: Yenilgiler

Taaaa ilk yazıda, kendini de sevmenin ön koşulu hümanizm, yani diğer insanları koşulsuz sevebilmek demiştim. Peki ya hümanizm yolunda aldığımız yenilgiler? Yani narsistlerle, sosyopatlarla, bile isteye kötüyü seçen insanlarla kurulan bağda alınan yenilgiler? 

Şimdi iddialı bir söz edeceğim ama, 1-2 haydi en fazla 3 tamam, hepimize hayatta böyle yanlış insanlar denk geldi mutlaka, ama böyle insanlar "sürekli" denk geliyorsa sana, sürekli kendini kullanılmış, hor görülmüş, sevilmemiş hissediyorsan ve "bana da hep kazmalar mı denk geliyor" ya da "dünyada iyi, kibar, sevgi dolu insanlar kalmamış" diyorsan, genel olarak insanların kötü olduğuna, seni kullanmak, senden faydalanmak için var olduklarına inanıyorsan.. orada bir durmak ve "belki de sorun bendedir" diye düşünmek yararlı olabilir. Çünkü "bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" diye bir atasözümüz var biliyorsun; hayatta bazı kutuplar birbirini çeker: empatlar ve narsistler, sadistler ve mazoşistler, batman ile joker :)) Kısacası, bir klişe vardır ya "hayat sende neyi yanlış görüyorsa, onu defalarca tam burnunun dibine getirir" diye, hani sen çalış bu konuyu da bir şeyler öğren diye.... Genellikle ergenliğin sonlarına doğru (aşırı koruyucu kollayıcı bir aile yapısında ketlenmediyse insan) 1-2 hatta 3 yanlış insandan sonra, bu dersin alınmış olması ve bu tip insanlardan uzak durmayı öğrenmiş olmak beklenir.. 

Ama klişeler maalesef boşuna klişe değil ve insan genç yaşında önce ailesi, sonra arkadaş grubu, sonra özel ilişkileri tarafından yani doğru yerlerde "doyurulamadıysa", maalesef sevgi açlığını hep yanlış yerlerde - ve maalesef kendisi dışında - arayacaktır. 

Sevgi ihtiyacı olan biri; karşısında sürekli, sevgisini vermeyen, göstermeyen, kendini aşırı seven ama başkalarını sevemeyen insanları bulur genellikle. Bunu da fark edemez ve kendini parçalar artık o beni sevsin diye. Sevmedikçe daha da sever daha da sever, tüm kaynakları tükenene dek. Ya da tam tersine "ben onu sevgimle iyileştireceğim" hastalığına tutulur ve dipsiz bir kuyuya kova kova su taşır. Ben onu öyle seveceğim ki, o da (beni) sevmeyi öğrenecek... Halbuki, zaten sevgiye hiçbir emek göstermeden ulaşan bu kişi, zaten sevgiyi gereğinden fazla almaktadır, onun sevgi sorgulamaları yoktur ki.. Kendisinin olduğu en kötü şekilde bile sevildiğini öğrenmiş, bunu normalleştirmiş, "nasılsa ne yaparsam yapayım seviliyorum" güveniyle "o olmazsa öbürü" kıvamına gelmiştir. Burada sorun "seven" taraftır işte; çünkü seven taraf kendi sevgi ihtiyacını fark edememekte, bu kadar sevgi verdiği halde sevgi göremediği için de, içten içe kendisinin sevilemeyecek biri olduğuna inanmakta, hattâ sevilmeyi hak etmediğini hissetmektedir.. Farkında olarak ya da olmayarak.

İşte asıl yenilgi budur: ben sevilmeyi hak etmiyorum inancı.

Bazı insanların "ben sevilmekten çok sevmeyi tercih ediyorum" duygusu altında maalesef bu eksiklik, öksüzlük, yetimlik yatmaktadır.. Ve uyanıp da "dur ya, bu kadar enerjiyi bu anguta :) harcayacağıma kendime harcasam ya" aydınlanması bir türlü gelememektedir.. Çünkü en sevilmeyecek insanı bile kolayca sevebilen bu empatlar, iş kendilerini sevmeye gelince, ı-ıh... "Beni geçelim... İnsanın kendini sevmesi zaten sağlıklı değil.. Yok ben sevdikçe sevileceğime inanıyorum.." derler.

Daha çok beklersin canım..... Bir ömür beklersin hatta. 

İnsan kendini sevmedikçe, sevilmeye layık bulmadıkça, onu kimse sevemez.. Çünkü bir ışıltın yoktur, o kendine özgü, biricik güvenli duruşun yoktur, o sıcaklık, neşe, seni diğerlerinden ayıran özgünlük yoktur, seni sevecek kişi bu durumda diğerleri arasında seni nasıl fark etsin de sevsin? Sen kendini görünmez kılıyorsan?

Yarın: kendini sevmenin ilk koşulu: kendini görmek.

5 Aralık 2023 Salı

Kendini DE sevmek - 4: Öz-şefkat

İçimizde tek bir iç ses varsa ve bu suçlayıcı, korkutucu, endişe verici bir iç-ses ise, buna bir kimlik vermemiz ve "bu konuşan aslında kim?" sorusunu sormamız önemli demiştim bir önceki yazımda. Onu kendi belleğimizden yani egomuzdan ayırdık böylece. "Bu ben değilim, bu çocukken benimle böyle konuşan x kişisinin sesi ya da bu benim "endişem" dedik. Onu kendimizden ayırmak, ona dışarıdan bakabilmemizi sağladı. 

İkinci adım ise, ona karşı çıkabilecek bir iç ses yaratmak. Şimdi biraz hayâl gücümüze düşüyor iş. Hani omzumuzdaki melekler karikatürü vardır ya, çok klişedir, biri şeytandır diğeri melektir hani.. Her hikayede olduğu gibi, bizim hikayemize de denge getirecek olan bir antagonist ve bir protagoniste ihtiyacımız var.. İşte bugün, içsesimize de karşı çıkabilecek, onunla savaşacak bir protagonist yaratacağız.

Eğer iç sesimiz aşırı derecede yaramaz bir id ise, bizim akıllı uslu bir süperegoya ihtiyacımız var. Eğer iç sesimiz aşırı akıllı uslu, sanki bir anayasa mahkemesi yargıcı gibi çalışan katı bir ses ise, onu tiye alacak, kural tanımaz, yaramaz ama sevimli bir id-çocuğa ihtiyacımız var.. Yani; neyse bizi rahatsız eden, onun tam karşıtını denkleme dahil etmeye ihtiyacımız var demektir.... Hani "birinin aşırı rahatlığı seni sinirlendiriyorsa, belki de gevşemeye ihtiyacın var" sözü gibi.. Dur hatta güzel bir jpg vardı, bulayım da geleyim. Hah:

Bu klişeler boşuna klişe değil, bunlar doğru..

Benim iç sesim maalesef çok suçlayıcı biri. Ne yapsam onun yüksek standartlarına yetişemiyorum. Özellikle çocuklarımla ilgili konularda ve kendi kendimi aşmam / sürekli geliştirmem konularında aşırı bir baskısı var üzerimde. Kendimi diyelim "ayşe" ile karşılaştırsam, bir noktada ya "aman bu muymuş" der onun üstünde olduğumu fark ederim ya da ayşenin meziyetlerine asla ulaşamayacağımı anlayıp vaz geçerim. Ama içsesimle bu mümkün değil; çünkü ne zaman başarıya biraz yaklaşsam, başarı çizgisi bir tık daha yükseliyor... Ve sonu yok. Sürekli kaybetmeye mahkum bir Sysfos gibiyim.

Gibiydim. 

Fakat içsesimin kim olduğunu buldum ve birden bu buluş onu kendimden ayırmama yaradı. Aaa bu muymuş dediğim o an... Ama bu ben değilim ki, bu resmen x kişisi! dediğim o aydınlanma anım.. Ve o müthiş şefkat hissi..... O an işte geldi oturdu sol omzuma bir melek. Öyle şefkatli, öyle kabul edici, öyle destek verici bir melekti ki bu, konuşmaya başladığı anda herşey susuyordu. İçsesim bile.... 

Dedikleri aşağı yukarı hep benzer şeyler. İç sesimi suçlamıyor, aksine, diyor ki "sadece seni harekete geçirmek istiyor, seni sevme şekli bu, iletişim becerileri çok düşük.." ve bunu duyduğum her an birden sakinliyorum. Suçlamayı bırakıyorum içsesimi. Onu da öyle kabul ediyorum.. İçimdeki "kıçını kaldır ve hemen harekete geç" diyen güç o sonuçta... Ve bazen bu güce şükrettiğim anlar oldu hayatımda. Donup kalmadığım, hızla yapılması gerekeni yaptığım anlar... 

Bunu anlayınca iç sesle barış imzalıyor insan. Ve onu susturmayı öğreniyor. Her zaman başaramıyorsun ama en azından "bu ben değilim, bu konuşan endişe" diyebildiğin oranda onu güçsüzleştiriyorsun.  Anksiyeteyi bu şekilde yenebiliyorum. Her zaman değil ama eskiye oranla daha sık.... 

Bu da bir başlangıçtır.

Yarın: Yenilgiler.

4 Aralık 2023 Pazartesi

Kendini DE sevmek - 3: Doğru iç sesi bulmak

Kendimizi sevmek için ilk ve en önemli adım, dengeli bir iç ses sahibi olabilmekten geçiyor. 

İç sesimiz, süperego denen ve toplumla birey arasında bağ kuran, bize yukarıdan bakıp ara sıra ayar çeken bir ses olabildiği gibi, bazen de id yani içimizdeki kural tanımayan, yaramaz, kışkırtıcı çocuğun sesi olabiliyor. İlki ne kadar "güvensiz, olumsuz ve yargılayıcıysa", ikincisi de o kadar "gereğinden fazla güvenli, kışkırtıcı ve başı belaya sokucu" oluyor. 

İç sesimiz sürekli bize ayar çekmeye başladıysa, "sen salaksın beceriksizsin yanlış yapıyorsun suçlusun" gibi yorumlarda bulunmaya kalkarsa, bir "dur bakalım, sen benzer bir durumdaki arkadaşına da bunları mı diyorsun? Yoksa ona destek olacak şeyler mi söylüyorsun? E o zaman bi zahmet bana da onları söyle bakalım" diye ayarı çekmek gerekebilir. Aynı şekilde iç sesimiz sürekli bizi "sen aslansın kaplansın bunu da yaparsın yürü be" diye yüreklendirip altından kalkamayacağımız ya da sonunda başımızın belaya gireceği durumlara itiyorsa, ona da bir "dur bakalım ya, nereden geliyor bu özüne zarar verme isteği" diye sormak gerekebilir. Dengeli bir iç ses ayar çekerken suçlayıcı değil, şefkatli bir iç sestir. Motivasyon verirken ise temkinli ve kendini bilendir. 

İç sesimiz ne süperego ne de id olmalıdır aslında; her zaman ciddi ve vakur olmadığı gibi, ara sıra zıpır, neşeli ve rahat da olmalıdır. Kendi kendiyle dalga geçebilmeli, kendini aşağı görmediği kadar yukarı da görmemeli, insanı harekete geçirecek gazı verdiği gibi, tam yerinde durduracak freni de basabilmelidir. 

İnsanın endişeli ve güvensiz olduğunda değil, rahat, neşeli ve güvenli olduğunda öğrenmeye açık olduğunu, fakat hafif dozda bir endişenin de onu motive ettiğini bilmelidir. 

Buraya kadar tamam, peki, bunları ben de biliyorum; ama bu şefkatli iç sese nasıl kavuşacağım? diyorsun değil mi.... Şöyle:

İç ses sürekli olumsuz ve aşağıya çeken türdeyse, endişe atakları yaratıyorsa ve seni ketliyorsa; onu susturmanın en zor olduğu anlarda "bu konuşan sadece endişe" diyorum ben. Bu sadece endişe, gerçek değil bu, bu ben değilim.. Bu beni harekete geçirmek isteyen güç; donup kalmamamı, bir şey yapmamı isteyen güç.. Ama iletişim şekli yanlış işte; niyeti iyi ama iletişim biçimi çok kötü.. Yanlış kelimelerle doğru şeyleri söylemeye çalışan biri gibi.. Büyük olasılıkla ebeveynlerinden birinin ya da yetişirken üzerinde etkisi olan birinin sesi bu bak, dikkat et. Seni seven ama sana tam da güvenmeyen, seni "eğitme" rolü de bulunan ama bunu tam da nasıl "şefkatle" yapacağını bilememiş, dolayısıyla seni endişelendirerek ya da şüpheye düşürerek motive etmeye çalışmış birinin sesi bu. Kim olduğunu düşün bir bakalım.... Bulacaksın.

Bulduktan sonra, işin kolay. İşte o sese bir vücut verdin ve kimin konuştuğunu görselleştirebildin. Bundan sonrası kolay, sadece ona "ben büyüdüm, hayat yolunda az çok bir şey öğrendim, beni artık korumana kollamana ihtiyacım yok" dedikten sonra devam edeceksin: "tamam anlıyorum, duyuyorum seni ve harekete geçeceğim korkma; ama harekete geçebilmek için tehdite değil, biraz şefkate ihtiyacım var.."

O noktada yeterince kendinden emin, inanarak ve güçlü söylediysen bunu, ses mucizevi şekilde susuyor. Ve yerine "şefkatli iç ses" konuşmaya başlıyor. Kim mi bu? Arkası yarın ;)

by Andrew Gable link

3 Aralık 2023 Pazar

Kendini DE sevmek - 2: Tek bir kişi.

Mine Söğüt'ün bir kitabında geçiyordu: "Eğer yanında olup seni sevecek, destek olacak tek bir kişi varsa yeter. Hatta öyle biri yoksa ama sen o kişi olabiliyorsan kendine, yine yeter!" gibi bir şeydi. 

Çoğumuzun hayatında bir ya da iki olsun, çok yakın bir dostu, bir sırdaşı, bir yereni, bir ahretliği var. Ama hepimizin değil. Mesleğim gereği çok yalnız, yapayalnız, kimsesiz insanlarla çok sık karşılaşıyorum. Ya da kalabalıklar arasında yalnız insanlar, aslında onca insanla kuşatıldığı halde kimseyle yeterince yakınlaşamamış insanlar da olabiliyor. Sana bir sır vereyim mi, böyle insanlar aslında yakın bir ilişki kurabilmiş insanlardan çok daha fazla sayıdalar.. Çağımızın hastalığı aslında bireysellik, tek başınalık ve yalnızlık.

Yalnızlık konusu benim için de çok önemli bir konu. Hayatımın meta-konularından çünkü yoğun çalışan ailenin tek çocuğu olarak doğdum, etrafımdaki aileler de hep tek çocuklu / çocuksuz aileler oldu. Keza kuzenler ya da komşu çocukları da olmadı hayatımda, okulla birlikte girdi "çocuklar" benim dünyama. Çok sayıda çocuk ve kalabalık ortamlar beni korkuttu hep, genelde 1e 1 arkadaşlıklar kurdum, grup arkadaşlıklarında çok zorlandım. Bugün bile bir masa etrafında 3 kişiden fazlaysak ben kimi dinleyeceğimi, kiminle konuşacağımı bilemem, böyle ortamlarda genelde suskun ve gözlemci biriyimdir. Fakat kendimi buna rağmen 35+ yaşlarıma dek hiç yalnız hissetmedim! Kendi kendimle hep huzurluydum, kendimi oyalamayı hep bildim, kendimle mutluydum..

Ne zaman ki çocuklarım oldu, yalnızlık o zaman vurdu beni. "Tek bir kişi olsaydı..." diye ağladığım çok oldu annelik rolümde. 

Kendi kendime yeten bir insanım normalde ama benim de sınırlarım var, bilgimin ve deneyimimin yetmediği, benden önce aynı yollardan geçmiş birilerinin rehberliğine ya da benimle birlikte aynı yollarda kaybolan birinin yoldaşlığına ihtiyacım çok oluyor. "Amerikayı yeniden keşfetmek" gibi oluyor çoğu zaman yaşadıklarım ve "Amerikanın varlığının bilindiği" bir dünyaya olan özlemim tavan yapıyor öyle zamanlarda. Fakat yıllar geçtikçe, olaya bir de şu açıdan bakabilmeye başladım: En azından tüm başarılarım koşulsuz ve şartsız BENİM. Bir şey iyi gidiyorsa bunu ben başardım. Bunu diyebilmek büyük bir adım ve genellikle bir noktada başarıyoruz bunu biz "yalnız şövalye"ler.. Amerika, eninde sonunda keşfediliyor :)

AMA ;) tüm kavramlar gibi bunun bir de tersi söz konusu. Bir şey kötü gidiyorsa: Bu da tamamen benim suçum! Elbette zor olan da bunu düzeltebilmek. Tüm sorumluluğu, tüm suçu, tüm baskıyı kendimize mal etmemek. Kendimize biraz merhametli davranmak, bir "yargıç" gibi değil, bir "değerlendirici" gibi değil, bir "yoldaş" gibi davranmak. 

Amip gibi hop ikiye ayırmak kendimizi tam o anda ve kendimize dışarıdan bakabilmek. Bunu yaşayan bir dosta ne diyeceksek, kendimize de aynısını demek. Mizaha mı başvuracağız, birlikte mızırdanma ihtiyacımız mı var, biraz ayar çekip sonra omzuna vurup gönlünü alarak hadi hadi mi diyeceğiz, o an arkadaşımıza ne diyeceksek, kendimize de diyebilmek... Kendimize acıma ve donup kalma kısırdöngüsünü kırıp, iyi kötü, bir harekete geçmek..

O "tek kişi"yi kendimizden var etmek. Yani iç sesimizden. Haaa bu iç sesin ne dediği önemli işte, burda bir nefes arası verelim. Arkası yarın :)

Nick Fewings, Unsplash

2 Aralık 2023 Cumartesi

Kendini DE Sevmek - 1: Klişelerden gerçeklere

"Kendini sevmek deyince ne geliyor aklına?" diye sorduğum insanların çoğu, eğer bu konuda önceden az biraz düşünmüşlerse, "kendimi iyi ve kötü huylarımla kabullenmek, kendimden razı olmak" derler. Teoride çok açık ve net ama pratikte oldukça zor ve etik anlamda çok karmaşık bir saptama bu; çünkü kabullenmek ve anlamak, sevmek değildir. 

Alkol sorunu olan biri, bunu kabullenebilir ve "evet, ben bir alkoliğim"  diyebilir hattâ bir gün" neden" içtiğini de anlayabilir ama bu, "bir alkolik olarak kendini sevmeyi" getirmez. "Bir alkoliğin kendini sevmesi" peki, gerekli midir? Hele de o alkolik, alkol nedeniyle çevresine zarar veriyorsa onu sevmek, onun da kendisini sevmesi için emek vermek, etik midir? Doğru mudur? Alkoliği bırakalım, bir katili, bir tecavüzcüyü alalım. Bu insanların kendilerini kabul etmeleri, sevmeleri peki? Bizim onları sevebilmemiz?

Salt insan olduğu için, doğrusuyla eğrisiyle, yanlışıyla çelişkileriyle sevmek? Özellikle de eğrisiyle yanlışıyla sevmek hattâ; ancak gerçek sevginin herşeyi ve herkesi iyileştireceğine inanmak.. Hümanizm midir? Yoksa milenyumgillerin dediği terimle "eziklik" midir, realistlerin değimiyle "sığlık, naiflik" midir, psikologlara göre kendi "psikolojik sorunlarımıza" dair bir gösterge midir? 

Her insan sevilmeyi hak eder mi, her psikopat aslında masum doğar ama hayat koşulları ve ona yapılan yanlışlar ve eziyetler nedeniyle mi psikopat olur, bu durumda suçlu o mudur, çevresi midir? Suçlu onu yaratan çevresiyse, ki iddialı bir söz ama bu her zaman öyledir (her zaman bir sevgisizliğe, bir merhametsizliğe, bir şefkatsizliğe dayanır her sorunun doğuş noktası), o zaman o insanı sevmemek, onun kendisini sevmemesi, cezalandır(ıl)ması için de elimizden geleni yapmak, asıl bu etik midir?

Hatasıyla, sevabıyla, salt insan olduğu için, diğer insanlar tarafından ve kendi tarafından sevilmesi her insan için gerekli midir? Tanrı'nın indirdiği tüm kutsal kitaplarda yazdığı gibi; içten bir pişmanlık ve af dileme, tüm o yapılanları temize çekmeye ve Tanrı tarafından kabul edilmeye ve sevilmeye muktedirse, diğer insanlar tarafından da bağışlanma ve sevilme, temel bir ihtiyaç mıdır? 

Görüyorsun; konu hümanizme, etik, yargı ve adalet sistemine, genetik ve tıp bilimlerine, hattâ sosyo politik ya da beşeri coğrafyaya, dine, örf adetlere, teknolojideki gelişmelere, her yere gidebilir.. Götürebiliriz.. Sonu yok. Fakat temel soru şu: Ancak sevilmiş bir insanın sevebileceği varsayımından yola çıkarsak, sorunun kökeninde "sevilmemiş olmak" yattığı için; insanın sevilme gerekliliği, her koşul ve herkes için, geçerli midir?

Benim cevabım evet. Eğer senin cevabın da evet değilse, yol yakınken bu noktada ayrılalım. Bu yazıları okumaya hazır değilsin henüz.. Her koşul ve durumda hümanizme inanmadan, başkalarını sevmeden, herkesin eşit bir hak olarak sevilmesi gerektiğini düşünmeden, kendini sevebilmen mümkün değil çünkü. Yani daha doğrusu, elbet sevebilirsin kendini narsistik bir yanılsamayla ama benim bu yazılarda ele alacağım türden bir "kendini sevmek" olmaz bu. Görüntünü sevmek, başarılarını sevmek, sahip olduklarını sevmek, başkaları tarafından üzerine yapıştırılmış etiketleri sevmek hattâ normlara uyum dereceni sevmek olabilir bu ancak. Kendini sevmek ise, bambaşka bir kavram... Sevabınla, günahınla..

Hazırsan başlıyorum anlatmaya :) Değilsen, önce geçen seneki "sevmek" yazılarımı oku, önce bir sev, sonra dön gel kendine bak derim..

1 Aralık 2023 Cuma

2023 Projesi: Kendini DE Sevmek

2020 Aralık'ında bu bloğu açtığımda yazdığım şu yazıda da görüldüğü gibi, deyimi yerindeyse, "fırtınanın tam ortasında"ydım. Kendimden razı değildim, hayatım hızla ve boşa geçiyormuş hissiyle cebelleşiyordum ve evet çok mutsuzdum, çok yalnız kalmış ve yolumu kaybetmiş hissediyordum. 2021 Kasım'ına dek, yaklaşık 10 ay sürdü bu fırtına. 

2021 Kasım'ında artık bu fırtınayı geride bırakmak isteğiyle, Mimas'ta ilk uzun ve tek başıma yürüyüşümü yaptım, şeytanlarımla yüzleştim ve mucizevi bir şekilde dengemi yeniden buldum. 2023 Kasım'ına, yani bu satırları yazmaya başladığım şu günlere dek, dengemi - ufak dönemsel sarsıntılar dışında - gayet güzel koruduğuma da inanıyorum. 

Eve döndükten sonra, daha dengeli bir kafayla, bir yıl boyunca "sevmek" eylemi üzerine düşündüm, okudum ve bu bloğa da 2022 Projesi olarak sevmek konusunda öğrendiklerimi yazdım (bakınız Kasım, Aralık, 2022).

2023'te ise, meta konulardan çok "kendi içime yöneldiğim" ve yeniden kendimi didiklediğim bir dönemden geçtim / geçiyorum. İtiraf edeyim ben hep hafif dalgalı, hep derin sularda yüzmeyi sevdim hayat boyu. Didiklemeyi, anlamaya çalışmayı, kafa yormayı sevdim. Gel hayat, nasıl gelirsen gel, kabulümsün'cü hiç olamadım.. Olmak da istemedim yalan yok. Düşünen insan mutlu olamaz doktriniyle baktık hayata biz.. Dolayısıyla dertsiz, tasasız, umarsız ve sığ bir insan olmak istemedim. Bugün bile, en yakınlarım benden en rahatsız oldukları anlarda bile "ama sen böylesin, dalgalı ve derin. bu seni ilginç ve zor yapıyor ama seni bu nedenle seviyorum" diyorlarsa, belki onlar da bu hırçın huylarımı farkına varmadan sabitliyorlar.. Sevgiyle de olsa.. 

Fakat sorun tam burada başlıyor: onların beni sevdiği gibi, ben de onları sevebiliyorum; ama kendimi sevemiyorum ben...! 

Onlar ne derlerse desinler, içimdeki ben'le barış yapamadım 45 senedir. Ne kadar ehlileştirsem de, saklambaç oyunlarında uzmanlaştırsam da kendimi diğerlerine karşı, yine de bir hırçın at gibiyim kendi kendime karşı. Ve her şeyin en temelinde bu yatıyor işte: öz-sevgi, öz-şefkât.

Ya da bunların yoksunluğu.

2023 boyunca "kendini De sevmek" konusunu tam da bu nedenle çalıştım. 

"De" eki - ki burada ayrı yazılır :)) - çok hayatî bir ek, çünkü son yıllarda bakıyorum bu "kendini sev" akımları aldı başını yürüdü ve bana kalırsa çok da yanlış bir yere yürüdü. Sanıyorum ki; sırf bu ayrı yazılan DE eklenmediği için oldu olanlar.. Çünkü "Kendinizi Sevin" sadece "diğerlerini DE severken" yapıldığı sürece anlamlı; o DE orada yoksa, sadece kendini seven, kendi dışında hiçbir şeyi sevemeyen, kimseye ve hiçbir canlıya, cansıza, dünyaya, evrene saygı gösteremeyen insanlara dönüşmek an meselesi.. Ki hızla da dönüşüyorlar maalesef.

2023; kendimi DE sevmeyi öğrenmeye çalıştığım bir yıl oldu. Pek başaramadım (spoiler vereyim) ama yine de bir şeyler öğrendim, en azından öğrendiklerimi aktarayım dedim. Umarım başarabilirim - hem geldiğim noktayı özetlemeyi, hem de, günün birinde kendimi DE sevebilmeyi :) 

Haydi iyi okumalar!