22 Aralık 2024 Pazar

Tüketmeyi körükleyenler: Yokluk, kaybetme ve ölüm korkusu

Bir önceki yazıdaki örnekle devam etmek istiyorum. Evladını kaybetmek bir annenin yaşayabileceği en büyük felakettir demiştim. Çünkü yeri asla doldurulamaz bir boşluk söz konusudur. 

Bu sadece evlat için geçerli değil, bazen çok sevip çok büyük bir yere koyduğumuz insanlar, hayvanlar hatta eşyalar için bile benzer bir yoksunluk duyarız, hatta "kayıp" ölüm bile olmasa, onları bir şekilde yitirdiğimizde çok etkilenir, o varlığın yerine asla bir şey koyamayacağımızı düşünür, kalan o boşlukla ne yapacağımızı bilemeyiz. 

Kimi insan o boşluğu mümkün olan en kısa sürede yeni bir şeylerle doldurmaya çalışır. Kimi mesela hemen hamile kalmak, yeni bir ev hayvanı almak ya da giden sevgilinin peşinden hemen yeni bir aşka dümen kırmakla, ya da manevi bir gücün desteğiyle doldurmak ister o boşluğu - ki haklıdır. Kimiyse boşluğu "boş bırakmak" isteyebilir, bir daha asla çocuk sahibi olmak istemeyebilir, bir süre ıssız kalmak, insanlardan uzaklaşıp içine kapanmak ister - ki o da haklıdır. İnsanların acıyla başetme yöntemleri farklı farklıdır ve herkese kendi yöntemini uygulamak için fırsat tanınmalıdır. Boşluğu boş bırakmak ya da sıcak ve yumuşak bir duyguyla doldurmaya çalışmak; ikisi de birbirinden üstün ya da doğru / yanlış olmayan, tamamen kişisel tercihlerdir.. 

Peki bu tercihler ne zaman patolojik bir sorunu işaret eder ve müdahale edilmesi gerekir? 

Önceki iki yazımda da dediğim gibi; tükenme / tüketme davranışı görüldüğünde.. Peki patolojik tüketimi nasıl anlayabiliriz?

Bir insan kayıp nedeniyle yokluk çekiyorsa, yas sürecindeyse, çevresindekiler olarak ona zaman tanımalı fakat onu büyük bir dikkatle gözlemlemeli ve öncelikle güvenliğinden de emin olmalıyız. Kişi bu süreçte öyle tükenebilir ki, kendi yaşamından vazgeçebilir. Bu her zaman ekstrem bir kendini öldürme düşüncesi / davranışı olarak ortaya çıkmayabilir çünkü dini duygular ya da korkular kişiyi radikal bir karar almaktan geri tutabilir, koruyabilir. Fakat kendini bizzat öldürmeden de öldürebilir insan kendini. Yani eskiden olduğu kişi değildir artık.. Ya da eskiden yaşadığı hayattan kopmuştur, varoluyordur varolmasına ama "yaşamıyordur" artık. Bunu yakınları olarak mutlaka hissederiz fakat bazen görmezden geliriz, zamana bırakırız müdahale etmekten çekiniriz. Bu noktada mutlaka müdahale edilmesinden yanayım. Çünkü erken müdahale uzun süreli depresyon ve anksiyete hikayesinden korur insanı.. Kaybın sonrasındaki altı ay acılar tazedir ve yas süreci genelde (suçluluk duygusu ve kendine zarar verme düşüncelerini "normal"in dışında tutarak söylüyorum) doğal olarak işler. Fakat 6. ay ila 12. ay arası kritik bir evredir ve kişide eski kişiliğe ve yaşama dönüş hâlâ pek görülmüyorsa, mutlaka klinik yardım alınmalıdır. 

Konumuza geri dönersek, yokluk ve kayıplar, aslında kişiye bilinçaltında kendi ölümlülüğünü hatırlattığı için de özel bir varoluşsal kriz dönemidir. Kaybedilen evlat aslında aynı zamanda kaybedilen bir yaşam olasılığı yani kendinden geriye kalacak ve kendini devam ettirecek bir hikayenin yokolması anlamına da gelir. Bir anlamda "uzvun kaybı" gibidir, çünkü kişinin kendi geleceğinin, sonsuza dek yaşama olasılığının da kaybıdır.. Planların, hayallerin ve umudun da kaybıdır. Bir hayata dair "tamamlanamamışlık"tır evlat kaybı. 

Böyle bir acıya iyi gelecek tek şeyse, "tamamlamak"tır aslında, kendi halinde usul usul akarken, önüne set çekilip baraj yapılan yaşamı, yeniden bir nehre dönüştürme çabasıdır.. Yani "inadına yaşamak", öyle yaşamak ki, belki iki kişinin hikayesini birden tamamlamak. 

Tabii bu doğal akış türlü nedenlerle anlaşılamadığında, yanlış yerlere gidebilir ve kişiyi "tüketmeye" sevkedebilir. Kendini tüketmek gibi.....

*

Daha hafif bir örnek ver içim şişti C. dersen (vallahi benim de şişti). Sevgiliden sevgiliye geçenlerden bahsedebiliriz ya da alışveriş hastalarına geçelim gel :) Zararı en kendine olan tatlı deliler :) Aslında alışveriş hastalarının hayat hikayelerine baktığımızda genellikle bir "yokluk" hikayesi görüyoruz. Misal SSCB dağıldıktan sonra komünizmin yokluğundan çıkan insanların bir kısmının, özellikle alışverişe ve "biriktirmeye" meyilli olduğu görülmüştür (2000'lerin başında Doğu Almanlar arasında yapılan bir araştırma sonuçları). Benzer şekilde savaş yaşamış nesillerde "kiler" bulunması ve bu kilerde ihtiyaçların yedeklenmesi, ekonomik stabilite yaşanmayan ülkelerde insanların konserve ve kışlık hazırlıklara daha meyilli olması da örnekler arasındadır. Maddi değil manevi yokluk (özellikle sevgi ve şefkat yokluğu ve özellikle çocukluk dönemi ebeveyn yitim öyküsü olanlar)da da durum çok benzerdir. İnsanlar maddi olsun, manevi olsun, yokluğu "alışveriş yaparak" ya da bedenlerine "gıda istifleyerek" ya da "biriktirerek, saklayarak, bir şeylerin koleksiyonunu yaparak" giderme eyilimi gösterirler. Kısacası yokluk çekmiş insanlar, bolluk devirlerinde bile "risk" görmeye meyilli ve bunun sonucunda da satın almaya ve biriktirmeye eğilimlidir..

bu benim komşunun (tek yaşıyor) ayakkabıları :P
evden çalışan biri, evden bile çıkmıyor genelde.. :))
aslında bu rafların tamamı doluydu, galiba son konuşmamızdan sonra atmış bazılarını (çoğu giyilmemiştir bile)

Yine benzer bir "yokluk" biçimi olan "varolanın kaybedilmesi"nde de - bu ister mal ister bağlanılan bir insan olsun - organizma "elinde kalana daha sıkı bağlanma" eğilimi geliştirir. Bağlanılan obje ya da insanın kaybı, diğer obje ya da insanlara karşı gereğinden fazla hassaslaşmış hisler, korkular, endişeler ve bazen de "suçluluk duygusu" ile (bakınız dünkü yazı), geride kalana "gereğinden fazla" bağlanma ve sıkı sıkı tutunma, bazen de "bırakamama"ya neden olur.. Ki bu da zamanla "tutulan ve bırakılamayan" varlığın da "tükenmesine" neden olur.

Aslında; tüm bu yokluk ve kaybetme korkularının temelinde her zaman ve her koşulda (bazen çok deşip çıkarmak gerekse de) tek bir korku yatar: "ölüm" korkusu. Kaybetme / kaybolma / yokluk / yok olma, her zaman ve her koşulda "yokluğun" insan tarafından "kendi ölümlülüğünün hatırlanması" ile ilişkilendirilmesine ve aslında kaybedilen obje ya da canlının "kendi yokoluşuna" dair temel krizinin açılmasına neden olur.

Ölüm / yokoluş teması ile yüzleşmeye hazır değilse insan; bu onda "yerine koyma", "doldurma" ya da "yokluk yokmuş gibi davranma"ya neden olur ve dolayısıyla "tüketim" davranışı başlar.. Bu nedenle ölüm, yokluk ve kaybetme temalarıyla çalışırken, temel amacımız aslında şudur: Ölümü yerine bir şey koymaya, doldurmaya çalışmadan kabul edebilmek. Doğmak nasıl doğal bir süreçse ve sancılıysa, ölmek de sancılı ama doğal bir süreçtir. Varolmak nasıl bir mucizeyse, yokolmak (veya dönüşmek) de bir mucizedir. Öncelikle bunun kabul edilmesi ve sonra ölüm korkusunun aslı olan "yaşayamama korkusu"nun ele alınıp, kişinin yaşamı daha aktif ve içinde hissederek yaşayabilmesini sağlamak, varoluşsal terapilerin temel amacıdır..

Günün egzersizi: Viktor Frankl'ın dediği gibi: "Tam şu anda kalbinin durduğunu ve zorla yeniden çalıştırıldığını" düşün. Sana ikinci bir şans verildiğini gördüğünde, sence neleri farklı yapardın?

Bir sonraki konu: Artık son yazı :) Gözümüz aydın.. Genel bir toparlama, birkaç kişisel örnek ve kapanış :)

1 yorum:

  1. Son iki yazında sonda sorduğun sorulara yanıt vermekte çok zorlandım. Yarınki yazın belki netleştirir kafamdakileri diye beklemedeyim :-)

    YanıtlaSil